Hayatı: Cahit Okurer, 1917’de Kuşadası’nda doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini İzmir’de, yüksek tahsilini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde tamamladı. Muhtelif liselerde edebiyat öğretmeni olarak çalıştı. Tevfik İleri’nin özel kalem müdürlüğünde, Talim Terbiye Kurulu üyeliğinde bulundu. İngiltere ve ABD’de eğitim araştırmaları yapmak üzere görevlendirildi. 1961’de İzmir’den AP Senato Meclisi üyesi seçildi. Grup başkan vekilliği ve Millî Eğitim Komisyonu başkanlıkları yaptı. Daha sonra Devlet Planlama Teşkilatı’nda müşavir olarak çalıştı.1971’de emekli oldu. Çeşitli dergilerde yazıları ve hikâyeleri çıkmakla, tenkit yazıları yayımlamakla, roman ve piyesler karalamakla beraber fikrî hayata ağırlık verdi. Remzi Oğuz, Nureddin Topçu, Mehmet Kaplan ve Şevket Raşit Hatiboğlu gibi muhafazakâr milliyetçilerle birlikte çalıştı.1973’de Ankara’da vefat etti.
Başlıca Eserleri: İdeal Milliyetçilik, Kompozisyona Giriş, Temel Fikirler, Ana Hatları ile Millî Eğitim Politikamız, Gerçek Politika, Gelişen Cemiyetlerde Eğitimin Rolü(terc.).
Başlıca Fikirleri: Cahit Okurer, “Temel Fikirler, Toprak yay.,İstanbul,1961” adlı küçük fakat çok muhtevalı eserinde diğer tanınmış milliyetçi düşünürlerin eserlerinde görülmeyen farklı tasnifler, farklı kategoriler ve tabîi ki farklı fikirler, farklı milliyetçilik anlayışı ileri sürmüştür. Edebiyat öğretmeni olan benim de kendisini vaktiyle yakından tanıma fırsatı bulduğum, fakat günümüzde unutulmuş olan Cahit Okurer dikkate değer bir fikir örgüsü kurmuştur.
Okurer, kitabına esas olarak çok mühim iki meseleyi ele alarak başlıyor:
Yazar kitabının ikinci kısmında doğru düşünmek hususunda temel fikirleri ele almış, üçüncü kısımda da bu temel fikirlerin izahlarını yapmıştır. “Netice” kısmında ise kitapta ileri sürülen fikirlerin yöneldiği “hayatî gayeyi ve kitabın maksadını” ortaya koymaktadır. Bunu da “Türkiye’nin dilediğimiz seviyeye ulaşması için en uygun görüşü ve görüşün dayandığı temel fikirleri araştırarak bulmak.” amacıyla yapmaktadır. Çünkü Okurer, Türkiye’nin yeryüzünde bütün insanlığa bir ışık olmasını, ışık tutmasını istemektedir. Bu büyük arzunun gerçekleşmesini o, ilâhî kaynaklı bir sevgiye dayandırarak şöyle ifade ediyor: Bu “Ebedî bir membadan gelip ve yine ebedî bir membaa yönelen sevgimizin telkin ettiği ulvî bir dilektir.”(s.8)
1. İnsan Niçin Yanlış Düşünür?: Burada Okurer’i düşündüren esas mesele, ana endişe “İnsanın kendi kendisi olarak kalabilmesidir.” Okurer, evvela yanlış ve kolay düşünmeye sevk eden asırlık ortamın bir tahlilini yapmaktadır. Bunu bir temellendirme olarak kabul etmek daha doğru olur. O bu konuda başlıca şu fikirleri ileri sürmektedir:
İletişim ve haberleşme vasıtalarının bu kadar gelişmiş olması, insanı bir takım girift münasebetler ve tesirler içine sokmaktadır. Dolayısıyla insanın dışardan gelen etkilere ve içinden gelen tesirlere karşı vaziyet almasını gerektirmektedir. İnsanın dışarıya karşı vaziyet ve davranışları, bu münasebetlerin mahiyetine ve derecesine göre değişmekte, dolayısıyla dışındakilerle birleşme ve yakınlaşmanın şekli ve nispeti de değişmektedir. Buna mukabil içine karşı vaziyet alışı, kendi kendisiyle olan alâkasına bağlıdır. Bu bağlılık derecesine göre de “kendisi kalma nispeti değişecektir.” İnsanın kendisi olarak kalabilmesini, kendi iç kuvvetlerinin bir neticesi olarak gören Okurer, insanın dışarıyla ilişki kurmuşken kendisi kalabilmesinin şartını, dış kuvvetlerle iç kuvvetlerin aynı yönde olmasına bağlamaktadır. Eğer dış kuvvetlerin etkisi ağır basarsa ferdin içiyle dışı ve toplumla kendisi arasında denge bozulacak, anlaşma hâsıl olmayacak, neticede kişi de dışarının hâkimiyeti nispetinde kendi kendisi olarak kalamayacaktır.
İnsanlar arasında temas ve alâkanın artması, bir yandan onların etki altında kalmalarını, diğer yandan da etki yapmak ihtiyacı duymalarını artırmaktadır. Günümüz şartları içinde insanın kendisi olmasının iyice zorlaştırdığını düşünen Okurer, dışarıdan artarak gelen tesirlerin, kişiyi başkalarına daha çok yaklaştıracağını düşünmektedir. Bu ise kişinin dış dünyadan fazla etki alması demektir. İnsanların dış dünyadan gelen bilgi ve muhtelif etkilerin tesiriyle sonuçta insanda kolay hüküm vermek, kanaatlerini değiştirmek gittikçe artmaktadır. Bu sebeple insanların doğru düşünmesi, kendilerine uygun istikameti seçmesi zorlaşmaktadır. Böylece şahsın bireysel düşünme istiklâli elinden alınmış, yanlış düşünmesinin yolları açılmış olmaktadır.
Öyleyse yanlış düşünme nedir? Kişinin öznel hayatı ve kendine mahsus bir şahsiyete sahip olması, Okurer nazarında düşünce hayatına da “kendine mahsusluk” kazandırır. Dolayısıyla insanın farklı düşünmesi gayet tabiidir. Öyleyse “yanlış düşünme, bir insanın başka bir insana göre değil, kendine göre yanlış düşünmesi keyfiyetidir.”(s.14)
Dış ve İç Tesirler: Okurer insanın dışından ve içinden gelen yanıltıcı etkileri şöyle tespit etmekte ve her birini ayrı ayrı ele almakta ve onların tek tek tahlilini yapmaktadır:
a. Basma Kalıp Telkinler: Burada Okurer için esas mesele, dışarıdan gelen fikir, bilgi ve kanaatlerin ferdin kendi iradesiyle kazanılmış olmasıdır. Böylesi telkin ve alışkanlıklar, küçük yaşta aile, okul ve muhitten gelmeye başlıyor. Bu telkinlerde çocuğu rahat bırakmalı, değerlerini kazandırmada onun kendi şahsî ve fikrî bağımsızlık değerini kazanabilmelidir. Bunun gerekçesini de bir eğitimci olarak şu şekilde temellendirmektedir. “Çünkü çocuk ne annenin ne babanın ne de öğretmenindir. O, kendi kendisinin olacaktır.” Onu kimse “kendine benzetme hakkına sahip değildir.”(s.16) Burada küçükten kazanılmış zihin alışkanlıkları da önemlidir. Dar ve ideolojik telkinlerle edinilen zihnî ve hareket alışkanlıklarını kişinin atması çok zordur. İnsan maddî ve manevî bir bütündür. İnsan “bozuk ve esir kafadan” kurtulmak istiyorsa ne yapmalıdır? Okurer’in imdadına burada Descartes yetişiyor. Şu halde böyle bir insan Descartes gibi, kafasındaki yerleşmiş fikirleri atıp “işe yeniden başlamalıdır.”
İnsanın fikrî bağımsızlığını kazanması için buna uygun eğitim almasını düşünürümüz yeterli görmüyor. Böyle bir eğitim almamış olsa bile Okurer, kişinin bu basmakalıp telkinlerden kurtulmasını mümkün görmektedir. Bu kurtuluşun şartı ise, ona göre, “insanda tekâmülün hayat boyunca devam ettiğini kabul etmektir. Tekâmül için ilk şart ise “noksan ve kusurlarını görebilmektir.”(s.2o)
b. Menfaat: İnsanı içten sarsan menfî kuvvetlerin birisi de menfaattir. İnsan menfaatlerine lüzumundan fazla bağlanırsa menfaatlerine göre düşünmeye başlayacağı için fikri istiklâlini de beraberinde kaybetmeye başlar. Burada para, mal, mevki, şöhret ve “cinsî iştiha” menfaati teşkil eden unsurlardır. Her sahada menfaatine esir olanlardan fikir üretmesi beklenemez. Menfaatin etkilerini, Okurer, üç şekilde karakterize ediyor: Menfaatin mutlak ve tam hâkim olduğu kişiler, etkinin şuurunda olanlar, böylece fikrî istiklali sıfıra düşmüş olanlar.
c. Hislerin Tesiri: Düşünce hayatını etkileyen iç unsurlardan birisi de insanın kendi hisleridir. Okurer, hisleri müspet ve menfi hisler olarak ayırırken sevgi, sempati, aşk gibi unsurları olumlu tarafa; antipati, nefret, kin gibi unsurları da olumsuz tarafa kaydetmektedir.
Peki, insan düşünürken hislerinin tesirinde kalmayıp tarafsız kalması için ne yapmalıdır? Cevap:“Düşüncesinin objektifini nötr vasıftaki sıfır noktasına intibak ettirmesi” lâzımdır. Hislerin etkisi bazen şuurlu şekilde olursa da çoğu zaman şuursuzdur. Okurer’e göre burada yapılacak şey şudur: “Hakiki ve yapıcı hisler arasından sahte ve bozguncu olanları ayıklamak, insanı bunların zebunu olmaktan kurtarmaktır. Bu noktada esas rolü oynayacak olan insan şahsiyetinin dayandığı kıymetler/değerlerdir.
Okurer burada bizce çok mühim bir noktaya işaret etmektedir. O da değerlerin mahiyeti ve kaynağı meselesidir. Değerlerimizin, Okurer açısından, “fâni ve dar çerçeveli objelere” yönelmemesi gerekir. Eğer böyle olursa, insan tabiatına aykırı bir istikamete girerek onun müspet duyguları da aslî değerler olmaktan çıkar. Öyleyse ne yapmalı, hangi değerlere yönelmeli, yani onları hangi kaynağa dayandırmalı? Okurer’in bu soruya cevabı gayetle açıktır. O şöyle diyor: İnsanı, hislerinin sonsuzluğun ferahlık ve hürriyetine ulaştırması için onların ebedî-aslî varlıklar üzerinde toplanması/temerküz etmesi lâzımdır.” Bunun olabilmesi için ise ebedî varlıkları sevebilmek icap eder. Bunun için de “insan hayatının aslî-ebedî kıymetlere dayanması gerekir.”(s.29) İlâhî temelli değerler ve onlardan doğan hisler insan hayatına hâkim olunca olumsuz hislerden insan kurtulabilir, fikir ve his hayatının uzlaşması sonucunda düşünce hayatı da bozulmaktan kurtulmuş olur.
d. Düşünce Hayatı: Düşünce hayatını etkisi altına alan iç unsurlardan mizaç, huy, tabiat denilen haller de vardır. Bunlara sahip olan insanlar, çabuk kızan, sonra sakinleşen, fakat bir anda tekrar kabaran, bunların da sık sık tekrar ettiği kimselerdir. Bu hallere sık sık maruz kalan insanların salim ve sakin düşünmeleri, doğru hüküm vermeleri çoğu zaman mümkün olmamaktadır. İnsan bu hislere teslim olmayabilir ve kendisini bunların tesirinden kurtarabilir. Nasıl olacaktır hislerin etkisinden kurtulmak? Yeter ki insan,” irade ve tekâmül fikirlerini hayatın mutlak ve temel fikirleri olarak benimsesin.” Bunu yapınca ne olacak? “İnsan kendi kendisini işleyerek yeni baştan inşa edercesine değiştirip yenileyebilecektir.
e. Yalnız Kalmak Korkusu: İnsan maddeten ve mânen yalnız kalabilir veya kendisini yalnız hissedebilir. Zamanımızdaki insanın maddeten yalnızlıktan korkması varlığını koruma veya menfaat unsuruna bağlanamaz. İnsanın mânen yalnız kalması, yaşadığı duygu, inanç ve fikir hayatı itibariyle başkalarından farklı olması neticesidir. Manevî yalnızlık, bazen maddî yalnızlığa da yol açabilir. Bu noktada Okurer açısından, insanın bu korkulardan kurtulmasının yolu, onun hür düşünme hakkına hürmet edilmesidir ki bunun sonucu olarak “insan ve hürriyet prensiplerini temel fikir halinde benimseyen insanlar arasında herkes yalnızlık korkusu duymadan düşünebilir.(s.35-36)
f. Hür Düşünme İtiyadının ve Zihnî Cesaretin Yokluğu: Doğru düşünmede zihin eğitiminin ve bir takım şartların rolü olduğu muhakkaktır. Okurer, bu şartlarda düşünme alışkanlığı kazanmış bir insanın fikrî istikametinden şaşmasını, küçük bir ihtimal olarak görmektedir. Fakat Okurer, doğru düşünme alışkanlığının aslından bu küçük sapma ihtimalinin ortadan kalkmasının ve insanın her zaman doğru düşünme alışkanlığının devam etmesinin sağlam bir ölçüsünü vermektedir: Bu da “İnsanın düşüncesinin mânâ ve gayesi kendi fâni varlığının dışında ebedî bir varlığa yönelmiş, insanî ve içtimaî sağlam temellere dayanmış” olmasıdır. İnsan düşüncesinin yöneleceği bu ebedî varlığın adını da telaffuz ederek Okurer şöyle diyor: “Düşüncenin yöneleceği son menzil, Ebedîlik-Tanrı fikri olabilir.”(s.37) Okurer, böylelikle insan düşüncesinin Tanrı’ya yönelmekle fâni varlığının etkilerinden mutlak surette kurtulacağına inanmaktadır.
Peki, “İnsanî-içtimaî sağlam temel” ne anlama geliyor? Okurer’in düşüncesinde hakiki “insan fikri”ne dayanan gerçek, millet anlayışıdır.”(not: Burada italik kelimeler yazar tarafından dizilmiştir.) İnsanî varlığın asıl vasfı ve karakterlerinden olan hür düşünme ve zihnî cesaret vasfı, onu fânilikten kurtulma, ebedîliğe yönelme şevkiyle birleştirmiş olmaktadır.
Okurer, “zihnî cesaretsizlik”ten ne anlamaktadır? Onun nazarında zihnî cesaretsizlik, kendi “mânevî varlığını muhafaza ve müdafaasında gösterilen korkaklıktır.” Böylesi insanlar, çevresindekilerin tepkisinden korkar ve kendi düşüncelerinden uzaklaşır, dolayısıyla kendilerine göre değil başkalarına göre düşünecek, sonuçta manevî kölelikten kurtulamayacaktır. Ayrıca zihnî cesareti yüksek olan bir insan, düşünceleri uğrunda işkence ve ölümden yılmamaktadır. Zihnî cesarete sahip kimselerin düşünce hayatları gelişmiş olmasına, fikirlerine yön verebilmelerine mukabil, bu cesaretten mahrum olanlar, düşünce hayatları geri ve bozuk olacağından kendilerine gereken istikameti veremezler; sonuçta düşünce hayatında da bir gerilik kendini gösterir. Bundan dolayı aşağıdaki sebep de kendiliğinden gündeme gelmiş olur:
g. Düşünce Hayatında Gerilik ve Tembellik: Düşünce hayatının gelişmesinde ilk ve orta öğretimin rolü olmakla beraber, onu geliştirecek olan esas kurumlar üniversitelerdir. Okurer için aydın/münevver olmanın ilk şartı, zihnî hayatın gelişmesidir. “Zihin hayatı gelişmeyene münevver denemez.” sözü Okurer’in isabetli ve keskin bir değerlendirmesidir. Yüksek tahsili son noktasına kadar tamamlamış kimselerde düşünce hayatı gelişmiş midir? Okurer bunun mümkün olmadığına kâni. Çünkü bugün birçok üniversite hocasının düşünce geriliği içinde olması bir vâkıadır. Çünkü bu iş, Okurer’in düşüncesinde “sistem, metot, program, kitap, imtihan meseleleriyle alakalı” olmakla beraber her şeyden evvel öğretmene dayanmaktadır. Bu noktada serbest muhakemeye değil de ezbere dayanan bir eğitimin doğuracağı sıkıntıların yanında kendisini zorlamadan, iradî düşünme ve çalışma alışkanlığı edinmeden yetişen kimselerde zihnî tembellik olması gayet tabiîdir.
Bütün gençler bu şartlar yerine getirilerek yetişmiş olsa, zihnî hayat herkeste aynı derecede gelişmiş olacak mıdır? Elbette olmayacaktır. Okurer’in belirttiğine nazaran esas mesele “Düşünce hayatındaki gelişmenin ve doğru düşünme değerlerinin millet çapında bir ehemmiyet kazanmasıdır.”(s.43)
Zihnî hayatında gerilik bulunan insanlar ne yaparlar? Okurer’in tespitlerin göre: Dış etkiler karşısında bir bilinç uyanıklığı gösteremezler. Zihin tembelliğinden dolayı daima kolaya kaçarlar. Bu da onların dış tesirlerin basmakalıp telkinlerine uyuverme sonucunu doğurur. Aynı zamanda onları bâtıla ve hurafelere kapılma tehlikesiyle karşı karşıya bırakır. Böylece onların düşünce hayatları daha da geri gidecektir. Ama mesele bununla da bitmiyor. Düşünce hayatı az çok gelişmiş kimseler de müspet zihniyet vasfını taşımayabilirler. Okurer bu sebeple o konuyu da araştırmak ihtiyacını duymaktadır.
h.Müspet Zihniyet Yokluğu: Müspet düşünce nedir? Sorusunu düşünürümüz şöyle cevaplandırıyor: “Müspet düşünce ilmî düşüncenin bir neticesi, popülerleşmiş bir seviyedeki ifadesidir.” Buna dayanarak bilimsel düşünce de “müspet düşüncenin derinleşen, hususîleşen hali”dir. Müspet düşünce gerçekliğe dayanacak, düşünce konuları karşısında objektif kalınacaktır. Bu özellikleri taşımayan insan, görmediği ve tecrübe etmediği şeylere, olayların aslî mahiyetine bakmadan, işittiklerine göre düşünecek, dolayısıyla soruşturmadan kolayca hüküm verecektir. Tabii bu hususta rivayetler, dedikodular ve iftiralar ön planda etkili olacaktır.
Okurer, bu konuda yine önemli bir tespit yapmaktadır. Bu tespit aslında ağır bir faturadır: Müspet zihniyet yoksunu kimseler, vicdan ve inanç konularının ölçü ve kıymetlerini madde âleminin ölçü ve kıymetlerinden ayıramayacak, öncekileri, madde âleminin ölçüleriyle değerlendirecektir. Böylece vicdan ve iman hadiselerinin inkârına kadar gidilecektir.
Maddeci Oyun: Cahit Okurer, maddecilerin bilimi ve müspet düşünceyi kullanarak insanın manevî dünyasını inkâra götürmelerini “maddeci oyunu” olarak nitelemektedir. Çünkü o, maddeye insanı hâkim kılmak amacı peşinde koşan bilimi, materyalistlerin maddeyi insana hâkim göstermek gibi ters bir maksat için kullandıkları kanaatindedir. Maddecilerin böyle bilime aykırı hallerinin yol açtığı çelişkilerden kurtulamadıkları gibi müspet düşünce vasfı olmayanlar da hata ve tenakuzlardan kurtulamazlar. Bunun için eğitim-öğretim kurumlarında yetişmekte olan yeni nesillere bu değerler kazandırılmak suretiyle toplumlarda bilim ve bilimsel değerler hâkim kılınmalıdır. Görülüyor ki iç ve dış sebeplerin etkisi devam ettiği müddetçe, insanın konunun mahiyetine göre doğru düşünmesi ve fikrî istiklâlini koruması mümkün değildir. Öyleyse insan nasıl doğru düşünür? Okurer bundan sonra bu sorunun cevabını arayacaktır.
2. İnsan Nasıl Doğru Düşünür: Cahit Okurer “Meselenin ehemmiyeti”ni ortaya koyarken hangi sorunları ele almak icap ettiğini şu sözlerle belirtir:“Düşünen insanın içten ve dıştan gelen tesirlerle yolunu şaşırmaması, düşünce gemisini hedefine ulaştırabilmesi, yani doğru düşünmesi için gözünü ayırmayacağı pusula ve harita neler olabilir? Düşünce mevzuu ve meseleleri üzerinde nelere dikkat etmesi, neleri bilmesi ve tanıması gerekir? Hangi noktalardan hareket etmesi, hangi yollardan gitmesi lâzımdır?”(s.54)
Okurer önce doğru düşünmenin ne olduğu sorusuna kısa ve açık bir cevap vermektedir: “Doğru düşünmek, bir takım ölçü ve esaslara uygun düşünmek demektir.”(s.58) Şu muhakkak ki doğru düşünmek, herkesin her konuda aynı şekilde düşünüp aynı kanaat ve hükme varmasını gerektirmez. Okurer, bu hakikate dayanarak insanların objektif ölçüleri olan bilimsel konularda aynı tarzda düşünmeleri, öznel konularda ise, nesnel ölçülere ulaşılamamış olduğundan, farklı düşünmelerini normal görmektedir. Bu söz bir hayli münakaşa kaldırır. Zira bilimde ölçüler, ne kadar nesnel olursa olsun, “aynı tarzda” düşünmek bilimin gelişmesine katkı sağlayamaz. Farklı düşünmek, Okurer’in işaret ettiği gibi, “herkesin kendisine mahsus bir şahsiyet olmasının tabii bir neticesidir.”
Doğru düşünmenin ölçüsü: Okurer, burada bir ölçü daha getirmektedir, daha doğrusu, bir ikazda bulunmaktadır: “Bir fikrin doğru veya yanlış olduğunu, bir başkasının ona tekabül eden fikri gösteremez.” (s.57)Yani doğruluğun ölçüsü başkasının fikri olamaz, zira o da yanlış olabilir. Dolayısıyla bir konuda bir fikrin doğru veya yanlış olup olmadığını başkalarının aynı konudaki fikri ile ölçmemek lâzımdır.
Doğru Düşünmede Uyulacak Esaslar: Doğru düşünmek için de çeşitli ölçülerin bulunması ve bunlara uyulması gerekmektedir. Okurer’in düşüncesinde bu ölçüler şöyle tespit edilip değerlendirilmektedir:
a. Ölçü ve Esasların Doğruluğu: İnsanın uyacağı ölçüler, onun insan olmasının icap ettirdiği beşerî ve umumî ölçülerdir.“ Düşüncenin müşterek ölçülere uyması, doğruluğunu; kendine uyması da şahsîliğini meydana getirecektir.”(s.61) Ölçülerin doğruluğu nasıl anlaşılacaktır? İşte cevap: “Düşünce konusunun aslî mahiyetine ve temel fikirlerine, düşünce hayatının kendi ilkelerine uygun” olmasıyla anlaşılacaktır.
b. Bilginin Yeterli Olmaması: Okurer, bu hususta şöyle bir soru sormaktadır: “Doğru düşünmenin ne demek olduğunu ve doğru düşünme yollarını bilen, muhakkak doğru düşünür mü?” Onun cevabı olumlu değil. Çünkü her hangi bir sahada bilgi sahibi olmakla bu bilgiye göre yaşamak yani onu eyleme geçirmek farklıdır. Yüzmeyi bilmek ayrı, yüzmek ayrıdır. Dolayısıyla bilginin insan hayatında bir değer kazanması, onun tam ve doğru kullanılmasına bağlıdır. Doğru düşünmeyi bilmek yetmez, “bilgiyi dikkatle ve şuurla” kullanmak ve o esaslara göre düşünme alışkanlığı kazanmak lâzımdır.(s.66)
c. Bunlara Uygun Bir Metotla Düşünmeye Alışmak: Düşünmede yöntem çok önemlidir. Okurer, doğru metodu, “aklın ilkelerinden başka mevzuun aslî mahiyetine de uygun olan metotdur.” şeklinde tarif etmektedir.(s.85). Yöntem hareket noktası ile varış noktası arasındaki bir yol olduğuna göre geçilen arazideki yolu iyi tayin etmek için araziyi iyi tanımak lâzım gelir. Öyleyse doğru düşünmek için de konunun aslî mahiyetini iyi tanımak gerekmektedir. Okurer, doğru düşünme ile ilgili bilgi ve esasları şu üç noktada toplamaktadır:
c1. Aklın ilkeleri ile ilgili bilgi ve meseleler, c2. Konunun aslî mahiyeti ile ilgili bilgi ve meseleler, c3. Temel fikirlerle ilgili bilgi ve meseleler. Yöntemi nasıl kullanacağını, onunla nereye ve nasıl gideceğini bilmeyen insan, hedefine ulaşamaz, yanlış düşünmekten kurtulamaz. Okurer metotsuzluğun ve metot bozukluğunun açtığı zihin çatışmalarına dikkat çekerek metotlu düşünmeye alışmamış bir zihnin heyecan gibi kabarık ruh halleri içinde şaşırıp yönünü kaybedeceği uyarısında bulunur.(s.67-70) Metot hususunda mantık esasları üzerinde de duran Okurer, aklın ilkeleri üzerinde de ayrıca durmayı ihmal etmemektedir.
d. Düşüncenin Kendi Kendisini Kontrolü: Her hangi bir alanda bir mesele üzerinde düşünürken fikirlerin birbirinden kopuk değil, aksine bütünlük içinde bağlılığı temin edilmelidir. Her fikir bir öncekine bağlanmalı, ona dayanarak bir sonuca varılmalıdır. Düşünceler bir yığın halinde ise orada hiçbir yöntem ve düşünce tarzı yok demektir. Dolayısıyla sebep-netice münasebeti ve silsilesi içinde düşünce hayatı yürümelidir. Okurer, bu silsile içinde bir düşüncenin nerelere dayandığının, nereden geldiğinin ölçüsünü de şöyle vermektedir: Pratik olarak, niçin, neden, nasıl, ne şekilde ve ne bakımdan gibi sorular sormakla bağlantılar ortaya konabilir. Bu sorulara tatminkâr cevaplar aldıkça zihin, doğru yolda ilerliyor, demektir. Okurer açısından zihnin tam tatmin olması çok büyük önem taşımaktadır. Zira o, bu noktada kişinin samimiyetinin şart olduğunu söyler. İnsan düşünce samimiyetine sahip değilse ne olacak? Okurer bu soruya şu cevabı verirken doğrudan nasıl sapılmış olacağını da ifade etmiş olmaktadır: “Bu takdirde zihin, kendisini tatmin etmeyen bir cevabı kolaylıkla doğru cevap olarak kabullenecektir.”(s.78) “Netice de zihin kendisini atlatmış olur, her atlatmada düşünce zincirinin halkalarından biri kopacağından fikir hayatında bir boşluk meydana gelmektedir.” Düşünce kendi kendisini böylelikle kontrol ederken, Okurer açısından, bu kontrolü kolaylaştıracak olan bir başka unsur da “plan” olabilir. Çünkü planda düzen ve tertip mevcuttur.
Bu münasebetle Okurer bir nokta üzerinde daha duruyor: Düşüncelerin kelime ve kavramlarla olan sıkı münasebeti: Fikirler, kelime ve cümleler halinde bir kalıba girince açıklık ve kesinlik kazanarak anlaşılma imkânına kavuşur. Bu sebeple Okurer, okullarda zihin eğitimi bakımından yazılı kompozisyonların geliştirilmesini tavsiye etmektedir.
e. Aklın Prensiplerine Uygunluk: Okurer, burada mantık öğretiminin önemi üzerinde durmakla beraber onu yeterli görmeyip asıl zihin terbiyesinin, doğrudan amili olarak “Türkçe- kompozisyon derslerini” göstermektedir. Bundan dolayı o, mantığı, “bazı bakımlardan” kompozisyonun yardımcısı olarak nitelemektedir.(s.83)
f. Konunun Aslî Mahiyetine Uygunluk: Okurer nazarında düşüncenin aslî mahiyetine uyması için önce aklın ilkelerine uyması şarttır. Fakat o bunu yeterli görmüyor. İnsanın düşüneceği konuyu etraflıca bilmesi, geçeği sahayı tanıyarak yanlış yola sapmaması gerekir. Düşünce konusunu yakından tanımak; onun aslî mahiyeti ile birlikte tanımak, onun asıl ve ayırıcı özelliklerine dikkat etmek, dolayısıyla onun aslî mahiyetine uygun düşünmek demektir. Aksi takdirde başka konularla karıştırmak tehlikesi ile baş başa kalmak mukadderdir.
Mesela bir insan din üzerinde düşünürken, dinin aslî mahiyetini ve esaslarını tanımayıp onlara uymazsa kolayca dinden başka şeyler düşünmeye ve bunu da din diye kabul etmeye başlar. İnsanın kendisi, toplumu, tabiat ve kâinat hakkındaki düşünceleri, onun merkezden muhite, fertten evrene doğru yönelmesini sağlar. Bunun için de Okurer insanın aslî mahiyetini ve tabiat ile evren hakkında eriştiği bilgi seviyesini, düşünce tarzını iyi tanımayı şart koşmaktadır. İnsanı esas mahiyeti ve her cephesiyle tanımak demek, onun doğru düşünmesine ve düşüncenin kendisini kontrolüne götürmesi demektir.
g. Bilimsel Esaslara ve Düşünceye Uygunluk: Bu konu üzerinde ayrıca durmayacağız. Çünkü aşağıda bu mesele etrafında başka fikirler nakledeceğiz.
Temel Fikirler: Cahit Okurer’in üzerinde durduğu “Milliyetçiliğin Temel Fikirleri” şunlardır: İnsan fikri, millet fikri, hürriyet fikri, tekâmül fikri, muvazene(Denge)fikri, ilim fikri, ebedîlik/Tanrı fikri. Netice: Fikir ve hareket Birliği.
Temel Fikirlerin Vasıfları: Okurer bu temel fikirleri ele almadan evvel bunların bazı vasıflarını belirtmektedir: Fikir doğruysa, o fikir içimizde de dışımızda da kuvvetlidir. Doğru fikir, gerçeğe bağlı olup temeli sağlamdır. Hareketin kuvve halinde bir ifadesidir. Etrafında birleşip manevî bir anlaşmaya varılabilecek temel fikirlerin esas objesi, insandır. Temel fikirlerin “insan”ın aslî mahiyetine uygun olması, yeryüzündeki bütün insanlar için geçerli olmasına yol açar. Bu geniş bakış temel fikirlere birleştiricilik imkânı verecektir. Okurer buradan temel fikirlerden doğrudan bir eylem ve tesir gücü beklemektedir.
Temel fikirler, bütün insanlar ve toplumlar için ortak olmakla birlikte toplumda bireyi, insanlık âleminde toplumun bütünlüğünü bozmaya, reddetmeye, inkâra ve ihmale fırsat vermemelidir. Okurer buradan da insaniyetci ve küresel bir anlayışa ulaşmak istiyor. Bu ise, onun tabiri ile, temel fikirlerin hedefinin “Ferdî-içtimaî-beşerî bir hayat nizamının temellerini teşkil” etmesiyle mümkündür.(s.123)
Temel fikirler, insan olarak bizi yükseltici mahiyette olmalıdır ki Türkiye’nin yeni hayatı bu esaslar üzerine kurulabilsin. Temel fikirler, insanın aslî mahiyetine aykırı olursa başka ülkelerle olan münasebetlerimizi bozabilir ve ülkemize karşı bir tepki doğurabilir, sonuçta bir müdahaleye bile yol açabilir. Temel fikirler tarafımızdan rahatça müdafaa edilebilmeli ve dünyada bir alaka uyandırmalıdır. Böylece bunlar fert-toplum ihtilâfı gibi, Millet-İnsanlık ihtilaflarını da halledebilmelidir. Bu sebeple temel fikirler bizim gibi başka ülkelerin de kendi varlık ve toplumsal şahsiyetlerini koruyacak, geliştirecek nitelikte olmalıdır. Böylelikle ülkemizin yükselmesi, sağlam temellere bağlanmış olacak, ferdî ve toplumsal şahsiyetleri yok etmeden, sağlam bir anlaşma ile “Birleşmiş milletler halinde bir dünya birliği idealine doğru yürümek” mümkün olacaktır.”(s.125)
İnsan Fikri: “İnsan fikri”, her insanın etrafında toplandığı bir merkezî fikirdir. Fikir soyut, hayat somuttur. Bir fikir bütünlüğü, hayat bütünlüğünün zihinde oluşan soyut halinden ibarettir. Dolayısıyla fikir bütünlüğü hayat bütünlüğüne uymak zorundadır. Hayatta en değerli, en mühim ve şerefli varlık insanın kendisidir. Her şey onun içindir. Hayatta onun istenilen yüksek mevkiyi kazanması için ona gereken değer aksaksız verilmelidir. Bu sebeple onun şuur kazanmış “âlemşümul bir sevgi” ile sevilmesi lâzımdır. Yoksa bencilliği ve nankörlüğü galip gelebilir. Okurer, insanın doğru düşünmesini araştırırken insanın aslî mahiyeti ile onun aslî vasıflarını da ayrıca incelemek ihtiyacını duymuş. Şimdi onun insan anlayışına kısaca bir göz atalım:
Elbette ki doğru düşünmenin mihverini insan teşkil etmektedir. Ona göre, tabiat âlemini ve hatta kâinatı doğru tanıtan “insandaki ilmî ve müspet düşünce kabiliyetidir.” Demek ki insanın aslî vasfı doğru düşünmektir.
Okurer bu mesele üzerinde yoğunlaşırken “doğru düşünmeyi zorlaştıran” şu sorular üzerinde önemle durmaktadır: İnsanın bütünüyle aslî mahiyeti nedir? İnsan hangi aslî vasıflara sahiptir? Bu aslî vasıfları nasıl anlayabiliriz?
Asıl maksadı “insanın aslî mahiyetini doğru tanımamaktan ileri gelen farkları gidermek” şeklinde tespit eden Okurer, insanı iyi tanımak için “en büyük yardımcı” olarak bilimi göstermektedir.(s.105) Bununla beraber Okurer, bilimi, tüm dallarıyla da olsa, insanı bütün cepheleriyle ve özellikleriyle tanımaya muktedir görmez. Çünkü ona göre, insanın bazı tarafları bilimin mevzuları dışında kalmaktadır.
İnsan Nasıl Bir Varlıktır?
-İnsan, kendi maddî varlığı, duyguları, düşünceleri ve iradesi ile bir bütündür. Çünkü o, ne sırf maddî ne de sırf manevî bir varlıktır. Öyleyse Okurer açısından, insanın aslî mahiyetini ifade eden kendine has ilk ve genel vasfı, “maddî-manevî terkipli bütünlük vasfıdır.”(s.109)
– Bu terkibî/sentezli bütünlük içindeki insanın sahip olduğu düşünce, duygu ve irade unsurları başka canlılarda görülmez.
-İnsanın bu terkipli özelliği içinde maddî varlığı, manevî unsurlarla birlikte olduğu zaman bir anlam kazanır ki bu onun vücudunun, düşüncesinin ve iradesinin kontrolü altında bulunması demektir. Aksi takdirde o vücut hayvanî bir özellik kazanır.
-İnsanın ferdî, toplumsal ve ilâhî olmak üzere üç boyutlu bir hayatı var. Bu da onun aslî vasfını gösteren bir başka özelliğidir.
-İnsanın bu terkipli vasfını kendisine has özellikleriyle devamlı geliştirebilmesi, böylece kendi hayatının yaşayabilmesi, bu tekâmül sonunda kendisi kalabilmesi, onun aslî vasıflarındandır.
-İnsanın tekâmül edebilmesi ve aslî vasıflarını geliştirici bir hayatı yaşayabilmesi için onun hür olması gerekir. Yoksa ne tekâmül olur, ne kendisi olarak kalabilir. Çünkü başkalarına uygun bir hayat yaşamış olur. İnsanda tekâmül kabiliyeti hürriyet meyli ile birlikte olduğundan, bu temayül de onun aslî vasıflarından biridir.
– İnsanın varlığı ve hayatındaki maddî-manevî unsurlar arasındaki denge/muvazene vasfı da insanın aslî vasıflarındandır.
Bu vasıflara göre insanı Okurer şöyle tarif ediyor: “İnsan; ferdî, içtimaî/toplumsal, ilahî cepheleri olan şuurlu bir duygu, düşünce ve irade hayatını yaşamak, muvazeneli devamlı ve duraksız bir şekilde tekâmül etmek ve hür kalmak kabiliyetine sahip, maddî ve manevî terkibî bütün halinde bir canlı varlıktır.”(s.113) İnsan fikrinin hayatta yöneldiği nihaî hedef, insanın şahsiyet sahibi, hakikî insan ve dolayısıyla kendisi olması’dır.
Millet Fikri: “Millet” kavramının, fert ve toplum olarak, insan şahsiyetiyle çok sıkı bir münasebeti olduğu malumdur. Cahit Okurer, “Millet fikri”ni bu münasebet üzerinden açıklar. Ona göre “Millet Fikri”, “her şeyden evvel şahsiyetini bulmuş bir içtimaî topluluğu ifade eder.” Bundan dolayı değer ve kabiliyetlerini geliştirerek şahsiyet haline gelmiş fertlerin artmasıyla toplum da millet haline gelmek için yol almaya devam edecektir. Fert ve toplumun şahsiyet kazanması ortak bir takım esaslara dayanmak durumundadır.
Fert ve toplumun şahsiyetini kazanması için asgarî bir zaman şarttır. Kişinin şahsiyeti için şart olan bu zaman toplumun hayatında tarih halini alacaktır. Yaşanılan bu zaman dilimi, kişi ve toplumun değer ve kabiliyetlerinin gelişmesine fırsat vermelidir. Bu da hürriyet ile mümkün olur. Ama ferdî çaptaki hürriyet toplum çapında istiklâl’i ifade eder. Bu bakımdan Okurer, millet fikrini, insan fikrinin toplumsal hale gelmiş şekli olarak görür, onu insan fikri ile kaynaştırır.(s.134)
Bu açıdan Okurer fertle toplumun ve bunlardan şahsiyet ve millet’in ontolojik oluşumunu ortaya koyar: Fert kendi varlığını, değer ve kabiliyetlerini geliştirmekle şahsiyet haline gelirken ona paralel olarak, toplum da kendi değer ve kabiliyetlerini geliştirmekle millet haline gelir. Öyleyse “Millet, belli bir toprak/vatan üzerinde ve belli bir zaman/tarih içinde yaşayarak kendisine mahsus bir bünyeye sahip olmuş bir topluluğun maddî ve manevî varlığını, değer ve kabiliyetlerini geliştirmesiyle meydana gelen bir içtimaî bütün, bir içtimaî şahsiyettir.”(s.134)
Millet maddî ve manevî unsurlardan meydana gelmiş terkibî bir bütündür. Fakat ‘millet’in meydana gelmesi için o değer ve kabiliyetlerin gelişmesi ve belli bir hayat seviyesine ulaşması şarttır. Her milletin farklı tarafları olduğu için bir veya bir kaç nazariye ile bütün milletleri izah etmek gayri mümkündür.
Okurer, toplumu maddî ve manevî geliştirmekte, onun birliğini kuvvetlendirmekte tarih, vatan ve insan sevgisini üç mühim kaynak olarak tespit etmektedir. Çünkü şuurlu bir insan-millet sevgisini, tarih ve vatan sevgisini de beraberinde getirir. Bu bakımdan millet fikri, milleti ve insanı sevmeyi icap ettirir. Dolayısıyla millet fikri, aynı zamanda insan fikrine ve insan sevgisine dayanır. İnsan, mazide veya istikbalde değil, halde yaşar. Mühim olan “zaman içinde bütünlük şuurunu muhafaza etmektir. Bunun için de mazi ve istikbal ile irtibatı devam ettirmek yani önce nasıl yaşandığını sonra da nasıl yaşanacağını bilmek, nereden gelip nereye gideceğimizin şuuruna ermektir.”
Okurer, kişilerin münasebetlerini, ahlakî cephelerini insan fikrine dayandırdığı gibi, milletlerin münasebetlerini de millet fikrine dayandırmaktadır.(s.139) Ona göre, milletlerarası ahlakın esası, milletin şahsiyet halini alarak kendi hayatını yaşama hakkına sahip olmasıdır. Çünkü onun nazarında başka toplumların millet halinde yaşama haklarına hürmet ve riayet etmeyen topluma millet denemez. Böyle bir toplum, millet fikrini temsil edemediği gibi ahlakî yönden şahsiyeti de tam değildir.
Okurer’in “millet fikri”nin dünya çapında tespit ettiği hedef ise şudur: Her cemiyetin toplumsal bir şahsiyet, gerçek millet olması. Her toplumun kendi şahsî hayatını elde etmesidir.(s.140) Öyleyse insan fikri bütün insanların, millet fikrinin de bütün toplumların dayandığı temel fikirdir. Okurer buradan çok evrensel bir sonuç çıkarmaktadır: Temellerin Türkiye’yi yükseltmesi, dünya birliğine yaklaştırması, ferdî ve toplumsal şahsiyetleri yok etmeden dünya birliği fikrinin yaygınlaşıp yerleşmesini sağlamakla “ferdî-içtimaî-beşerî” bir hayat nizamının tahakkuk etmesidir.
Hürriyet Fikri: İnsanın dünyaya gelmesi, yaşama hakkı ve hürriyeti ile birlikte gelmesi demektir. İnsanın hedeflediği manevî gelişmesini temin için bu hürriyete sahip olması şarttır. İnsanın kendi hayatını yaşama hürriyeti, değer ve kabiliyetlerini geliştirme hürriyetidir. Kişilerin kabiliyet ve heveslerine göre muhtelif sahalarda meşgul olmasının şartları tam ise o toplumda hürriyet var demektir. Bunlar olmazsa o insan ancak başkalarının sevkiyle yanlış yönlere gitmesi demektir.
Hürriyet fikrinin hududunu da insan fikri belirleyecektir. Milletin istiklali ve hürriyeti, hem kişinin hem de kendi bütünlüğü ve şahsiyeti için zaruridir. Bu bakımdan hürriyet fikri, insan ve millet fikirleriyle beraber ilerler, genişleyip derinleşerek gerçekleşir.
Okurer, dış cihetten ferdin ve toplumun hür olmasını söylerken derunî hayatında da hür olmasına önem verir. Bunun için de insanın aslî mahiyetlerine aykırı hallerden, bedenin arzularına ve içgüdüsel hallere tabi olmaktan kurtulmasını da lüzumlu görür! Bunlar ise derin ve ömür boyu nefis terbiyesi ile mümkün olabilir
İnsan hürriyetinin kaynağı nedir yahut insan hürriyeti neye, nereye dayanmaktadır? Düşünürümüz o kaynağı şöyle tespit edip ifade etmektedir: Bu kaynak çok sınırlı olan bedende değil, nihayetsiz olan manevî unsurlarda, düşünce ve duygu hayatının irade ile birleşerek fasılasız bir ilerleme kabiliyetine sahip olmasında, aslî mahiyetinden yükselen “hürriyet fikri”ne dayanmasındadır. (s.147) Okurer bu noktada insan ve hürriyeti için maddeci felsefenin yetersizliğini de ortaya koymadan geçemez. İnsanın içten tam bir hürriyete ulaşması için bedenin kontrolünden kurtulması, maddî varlığının çok dar hudutlarını aşması gerekir. Okurer bir başka noktaya daha dikkatimizi çekmektedir: Buna göre istediği gibi düşünen ve duyan bir insanın hür olmadığıdır. Onun hürriyeti ancak düşündüğü ve duyduğu gibi eylemde bulunmasına, yaşamasına bağlıdır. Demek ki bu açıdan düşüncesi eyleme dönüşmeyen fiilen tatbikatı olmayan bir kimse, ne kadar düşünürse düşünsün hür sayılamayacaktır.
Okurer bakımından hürriyetin kaynağını yanlış tanıyanlar, insanı bir makine gibi görerek maddeci felsefe bataklığına saplanmış kimselerdir. İnsan, önce kendi bedenine hâkim olduktan sonra bireysel varlığından dış âleme doğru açılmaya devam eder ve etmelidir, böylelikle bütün varlıkların ötesine geçmekle sonsuz hürriyete yönelmiş olacaktır. Okurer buradan ebedîlik ve sonsuzluk fikriyle birleşileceğini söyleyerek ilahî âleme bir kapı açmaktadır. Öyleyse insan tam hürriyete ne zaman ulaşabilecektir? Okurer’in cevabı çok açık ve anlaşılır mahiyettedir. İnsanî ve ilahî bütün hayat safhalarında insanın kendi hayatını yaşayarak tam hürriyetini bulacaktır.(s.149)
Tekâmül Fikri: İnsanın, toplumun ve hatta insanlığın şahsiyetini kazanabilmesi için tekâmül etmesi(kemale doğru manen gelişmesi, yükselmesi) zorunludur. İnsanın tabiatı buna müsait olduğu gibi insanlığın tarihi de bu tekâmülün bir aynası gibidir. İnsanın tekâmülünü sağlayan ruh, kalb, zihin, iman ve iradedir. İnsan her şeyin daha iyisini, daha doğrusunu tasarlar, seçer; sonra bu unsurlara dayanarak yaşamak iradesini ortaya koyarak manen yükselme, olgunlaşma yani tekâmül yoluna girmiş olur. İnsan, bazen atılım yoluyla değişirse de tabiatına uygun olarak, tıpkı bir çocuğun basamak basamak büyümesi gibi, tekâmül ile değişmesi gerekir. Bununla beraber bu fikir, inkılâb ve hamle kuvvetini de ihtiva eder. Aslında inkılâbı doğuran, toplumların tekâmül kabiliyeti ve ihtiyacıdır.
Bu noktada Okurer bir inkılâb tarifi vermektedir ki diğerlerinden biraz farklıdır: “İnkılâb tekâmül yolunu tıkayan engelleri temizlemek, tekâmül akışını durduran setleri kaldırmak demektir.”(s.153) Her inkılâbın getirdiği yeni zihniyeti mevcut nesiller hemen benimseyemeyeceği için yeni zihniyete uygun yeni nesillerin yetiştirilmesi icap eder. Buradan devrimlere ne zaman ihtiyaç olduğu hususunda bir netice çıkaran Okurer, şöyle demektedir: “Tekâmül fikrine uygun hareket edilmediği takdirde hamle ve inkılâblara lüzum hâsıl olmaktadır.” Hamleleri korumak da devamlı bir fasılasız bir tekâmülle mümkündür. Peki, inkılâbların gayesi nedir? İşte cevap: “Tekâmüldeki noksanlığı, gerilemeyi gidermek ve sonra normal tekâmül yolunda ilerlemeyi sağlamaktır.” İnsanı diğerlerinden ayıran şahsiyeti olduğuna göre, o da değer ve kabiliyetlerinin tekâmülüyle kazanılır. Kişi şahsiyeti ile tutarlı bir bağ kuran Okurer, millet şahsiyeti hakkında şöyle düşünmektedir: “Kişinin şahsiyeti, bir hayat seviyesini ve manevî bir yükselmeyi ifade ettiği gibi, millet hayatı da toplumun tekâmül ederek kazandığı bir şahsiyetin tezahürüdür. Yani fert olarak insanın şahsiyet kazanması ve toplumun da millet seviyesine yükselmesi için tekâmül etmeleri şarttır.” Düşünürümüz, kişi ve millet bütünlüğünün tekâmül etmesinin neticesi olarak toplumsal bir ahlak çıkarması dikkat çekicidir. Bu açıdan o tekâmülü, insanın ahlakî hayatının değerlendirilmesinin bir ölçüsü olarak görmektedir. Buradan bir de iyi insan tarifi çıkaran Okurer, onu, hayatı boyunca iyi vasıfları yaşayıp geliştiren kimse olarak nitelemektedir.
Tekâmül nereye kadar gidecek? Onun bir sınırı var mıdır? Okurer’e göre tekâmül; düşünce, duygu ve irade ile ferdî, toplumsal, insanî ve ilâhî hayat safhalarını kapsayarak genişlik ve derinlik kazanır, bu merhaleleri aşarak ebedîlik fikrine yönelir. Bu üstün ve sonsuz tekâmül hareketinin gerçekleşmesi için insanın ve toplumun hürriyetine sahip olduğu daha önce ifade edilmişti.
Okurer, hürriyet gibi tekâmülün kaynağını da durmaksızın ilerleyen duygu, düşünce ve irade unsurlarını görmektedir. Bütün bunların olabilmesini Okurer, tekâmül kabiliyetini iyi tanımaya, devamlı tekâmüle inanmaya ve böylece bu fikri hâkim hale gelmesine bağlamaktadır.
Muvazene(denge) Fikri: Bu fikir, daha önce ifade edildiği gibi, insanın varlığı ile hayatında etkili olan unsurlar arasındaki anlaşmayı ve dengeyi ifade eder. Aksi takdirde âhenkli ve dengeli bir tekâmül mümkün olmaz. Bu fikir de diğerleri gibi, insanın aslî mahiyetine istinat eder.
Denge fikri, sadece maddî ve manevî unsurlar arasındaki dengenin yanında, bunların her birine ait unsurların da âhenk ve dengesini de hedefler. Denge fikrinin, insanın tekâmülü açısından, doğrudan ilgili olduğu saha, eğitimdir. Çünkü eğitimde bedenî ve ruhsal eğitim beraber yürütülmelidir, dolayısıyla insanın maddî ve manevî tekâmülü temin edilecektir.
Muvazene fikrinin toplum ve milletle çok sıkı ilişkisi vardır. Toplum da maddî ve manevî bir bütündür. İnsanın gereken denge şartları cemiyet çapında büyütülünce millet bakımından da önemi ortaya çıkar. Sadece maddî unsurlarla yaşamak millet seviyesine ulaşmaya yetmez. Maddî ve manevî unsurların toplumda da ahenkli ve dengeli olması şarttır. Aksi takdirde toplumda bunalımlar, sarsıntılar ve fevkalade haller kendini gösterebilir.
Bu sebeple dengelerini tesis etmiş bir milletin idaresinde maddî ve manevî kültür gelişmesinin, aynı muvazeneden nasibini alması gerekir. Muvazene fikrinin fertte ve toplumda hâkim olmayışı toplumsal mücadelelere ve kargaşaya yol açacağı gibi, dünyaya hâkim olmayışı da dünya çapında çalkantılara ve mücadelelere sebep olacaktır. Muvazene fikri kişi, toplum, millet ve insanlık çapında huzur’un kaynağıdır. Cahit Okurer, toplumu muvazenesizliğe sürükleyecek bir endişesini zaman zaman belirtmekten geri durmaz: İnsanın bir otomatizme ve materyalizme saplanıp kalması ve hayatı, bilimin gayesine aykırı yorumlaması. Peki, maddî ve manevî değerler arasındaki dengenin devamını garantileyecek esas nedir? Okurer’in cevabı, bu garantiyi sağlayacak bir insan ve hayat görüşünün hâkim kılınması şeklindedir.(s.165)
Bilim Fikri: Okurer, doğru düşünce tarzının aynı zamanda bilimsel düşünce olduğu iddiasındadır. Bilimsel düşünce yoluyla elde edilmiş bilgi de mahiyeti itibariyle insandan insana değişmeyen, herkes için aynı olan bir bilgi olup dolayısıyla bu bilgi objektiftir. Okurer’e göre ilmî düşünce, konunun aslî mahiyetine, gerçekler dünyasına dayanır. Bilimsel düşünceye ve metotlara göre düşünme gücü kazanan zihin buna uygun bir formasyon kazanacaktır. İşte bu anlayış ve görüşe sahip zihniyete Okurer, “ilmî zihniyet” demektedir. Bilimsel bilgi ile bilim adamı karanlık sahaları aydınlatır ki bu da bilimsel zihniyetin aktif özelliğidir.(s.92) Gözlemlenemeyen ve tecrübe edilemeyen konular, bilimsel düşüncenin dışında kalır. Bilimsel bilgi ve düşünce, ferdî ve toplumsal hayatın gözlem ve tecrübeye müsait her konusuna da tatbik edilebilir. Bilimsel düşünce ve zihniyetin uygulama sahası genişledikçe genelleşecektir. Böyle bir genelleşme ile müspet düşünce ve müspet zihniyet hâkim olmaya başlar. İşte Okurer, bu noktada bilimsel zihniyet ve müspet düşünce ile bilimin memleket meselelerine istikamet vermesini, iç siyasetin bilimsel çalışmalara dayanmasını istemektedir. Bu şekilde o, bilimin ve bilimsel düşünceden mahrumiyet sebebiyle ülkede meydana gelen çatışmaların asgariye ineceğine inanmaktadır.
Okurer, bilimin, bilimsel zihniyetin hâkim olduğu bir memlekette bilimsel konular üzerinde şahsî görüşler ileri sürülmediğini ve münakaşalar olmadığını söylemektedir. Bunu yapacak olan ancak o konunun mütehassısı olan bilim adamıdır. Onlar, bilimi kalkan olarak kullanmazlar. “Din, laiklik, medeniyet, sanat, ilim, teknik, hürriyet, vatan, millet gibi kavramlar üzerinde aslî mahiyetine uymayan düşünceler de ileri sürmezler.”(s.97) Birbirlerine bir takım lâkaplar takmazlar, iftira atmazlar, dedikodu yapmazlar, doğrudan kendi düşünceleri üzerinde münakaşa ederler. Dolayısıyla Okurer nazarında her konu, her olay ve sorunlar üzerinde doğru düşünmenin esaslarından birisi de “İlim fikri ve müspet zihniyettir.” Bilim zihniyeti gelişip genişledikçe insanın hürriyeti de artacaktır. Yalnız bunun için insan daima, maddenin hudutlarını aşmak zorundadır.
Bilim fikri, Okurer açısından, insanın iç hürriyeti ile de yakından alâkalıdır. Çünkü bilimsel ve müspet düşünceye sahip olan kişi, maddî konularla manevî hayatına ait konuları, meseleleri ve ölçüleri birbirine karıştırmaz. Bilimsel ve müspet düşüncenin, ferdin gelişmesinde olduğu gibi, toplumun millet safhasına geçmesinde de büyük rolü vardır.
Bilim fikrinin ve bilimsel zihniyetin, gelişmediği, hâkim olmadığı toplumlarda durum nasıldır? Okurer, bazı imkânlarının yetersizliğinden dolayı insanların, “maddenin mahkûmu “ olacağını ve bunun da büyük bir tehlike olduğunu ileri sürer. Bunun sonunda ise, bilim aklın eseri olmakla beraber, akıl ve duygular arasında denge bozulur, dolayısıyla duygular ya körleşir veya anormal şekilde kendini gösterir. Yalnız burada Okurer, bir ikaz daha yapmaktadır: Bilim kudreti, diğer manevî kuvvetleri gölgelememelidir. Yoksa yine dengesizlik zuhur eder. Bu bakımda bilim dengesiz ve kontrolsüz kullanılmamalıdır,
Bilimin ilk ve esas kaynağı nedir? Russell’a dayanarak bu kaynağın sevgi olduğunu belirtir. Çünkü insan, bu sevgi ile tabiatı öğrenmek ve anlamak istemektedir. Sonradan sevginin yerini tahakküm alınca bilim insanlığın aleyhine kullanılmaya başlanmıştır. Hâlbuki sevgisiz kudret, Okurer’in düşüncesinde, daima müstebit bir iktidarın kaynağıdır. Bunlar birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Sevgi azaldıkça istibdat artar, o arttıkça da insan iç hürriyetini kaybeder.
Okurer, sevgisiz bilimin insanlarının, teknisyenlerin ve bilim adamlarının “maddenin zebunu” olmalarından endişe ediyor. Bilimin gayesine ulaşması için yeniden aradığı ve muhtaç olduğu sevgiye kavuşması lüzumunu belirmektedir.(s.174)
Bilime, bilimsel düşünceye ve zihniyete bu kadar önem veren Okurer, bilimin bir memlekette nasıl hâkim olacağı meselesi üzerinde de bir hayli kafa yorarak cevaplar arar. Kısaca söylemek gerekirse bir ülkede bilim fikrinin ve bilim zihniyetinin hâkim olması, bu zihniyete sahip bilim adamlarının yeter sayıda yetiştirilmesine bağlıdır. Bunun için de bir zihin formasyonu ve zihin terbiyesi lâzımdır. Bu noktada ise muvazene fikrinde olduğu gibi, müspet ve yeterli eğitim ve öğretim devreye girecektir.
Ebedîlik-Tanrı Fikri: Ebedîlik fikrini Tanrı fikri olarak belirten Okurer