İslam kültürüne, İslam’ın önerdiği dünya nizamına, Müslümanların yaşam ve giyim biçimine, hâsılı İslam’a ve Müslümanlara dair ne varsa bunların varlığına mesafeli olan, yer yer bunlardan korkan, yer yer bunlara cephe alan bir eğitimimiz var. İslami olana yönelik bu korkunun, mesafeli duruşun ve cephe alışın oluşturduğu dışlayıcı dil ve tavır, ince ve pasif yapıldığından, sıradan yahut dikkatsiz insanlar tarafından görülemiyor. Esasında bu tek başına eğitim sisteminin gösterdiği bir dışlama değil; sosyal, görsel ve yazılı medyada da benzer durumlar var.
Eğitimdeki İslamofobi, kendini, doğrudan nefret veya düşmanlık biçiminde ortaya koymuyor elbette, bunun yerine, daha çok eğitimin sekülerliğinden kaynaklanan bir iklim biçiminde tezahür ediyor. Bir başka deyişle bu iklim hem öğretmenlerin tutumundan hem müfredatın ruhundan hem de bir bütün olarak eğitim sisteminin genelinden, genel tavrından hissediliyor ve anlaşılıyor. Misal bir öğretmenin derste Paris’ten örnek verirken ki duygudurumu (mood) ile Mekke’den örnek verirken ki duygudurumu; Sokrat’tan alıntı yaparken ki duygudurumu ile Hz.Ömer’den alıntı yaparken ki duygudurumu aynı olmuyor. Mesele sadece duygudurumu meselesi de değil; anlama, kavrama ve idrak etmede de benzer bir durum söz konusu. Mesela bu seküler eğitimden yetişmiş sıradan bir insanın, bir koloni devlet olan İsrail’in varlığıyla ortaya çıkan Kudüs’ün işgali meselesini, batılıların zaviyesinden anlamlandırmaya çalışması; Filistin’in, Gazze’nin ve Kudüs’ün İslami bir mesele olmaktan çıkarılıp insani bir mesele haline getirilerek tepkiye layık görülmesi insanımızda özgün bir idrak sorununun olduğunu gösteriyor. Benzer şekilde 30 Nisan 2024 tarihinde Kudüs’te Yahudilerce şehit edilen Hasan Saklanan ile 6 Eylül 2024 tarihinde şehit edilen Ayşenur Ezgi Eygi’ye yönelik sosyal ve görsel medya ile siyasi arenada görülen tutum farklılığı hem bu duygudurumunun hem de kavrayış merkezinin kültürel olmadığının tezahürüdür. Hatta Ayşenur Ezgi Eygi’nin aktivistliği üzerinden haberleştirilmesi ve aktivistliğinin öne çıkarılması, şehit tabirinin neredeyse kullanılmaması batılıların gözüyle ve kavrayış şekliyle meseleye bakıldığının bir diğer göstergesidir. Ayrıca hem Kudüs’ün işgali ve hem de bir senedir dünyanın gözünün önünde İsrail’in yaptığı katliam sürecinde meselenin bir hükümet meselesi olarak görülmesi; Netenyahu gitse sanki Kudüs meselesi bitecek gibi lanse edilmesi; dahası ilahiyatçılarımızın bu zaman zarfında meselenin bir hak-batıl meselesi olduğunu ortaya koyamamaları, cihad kavramını bile ağızlarına alamamaları; son olarak Hamas (Filistinli) ve Hizbullah (Lübnanlı) mücahitlerinin verdiği kutsal Kudüs mücadelesinin sadece çocukların ölümü üzerinden ekranlarda yer bulması gibi ruh durumları eğitim sistemimizin seküler özelliğinin kültürel İslamofobiye nasıl yol açtığının göstergeleridir.
Eğitimdeki iklimin sekülerliğinden kaynaklanan bu kültürel islamofobi, çocuklar gibi her şeyi somutlaştırarak inananlara çok kolay anlatılamıyor elbette. Sorun sadece anlatamamak da değil, anlatılabilse bile bu zevatın kendini kandırmaya alışmış bir zihne sahip oluşu bir başka engel teşkil ediyor. Misal Kudüs’ün işgali meselesinde içinde bulunduğu öldürücü duyarsızlığının izahını devletin politikasının olumluluğuna bağlayarak rahatlamak, kendini kandırmaya alıştırılmış bir yetiştirme biçiminin neticesidir. Bunun yanı sıra İsrail zulmü karşısında aydınların, gazetecilerin, akademiyanın içinde bulunduğu epistemik cemaatin çizdiği sınırların dışında görüş beyan edememeleri de; meselenin ekonomik, uluslararası, siyaset tarafının konuşulmasına rağmen dini tarafının yokmuş gibi davranılması da eğitimdeki bu fobinin tesiri nedeniyledir. Başka bir ifadeyle, bu, islamofobiye maruz kalmış eğitimin yetiştirdiği insanın psikolojisidir.
Gazze’deki ve Lübnan’daki Müslümanların bizim için yaptığı bu mücadelenin ortaya çıkardığı bir şey varsa, o da, Müslüman ülkelerin kahir ekseriyetinin eğitim sisteminin kendi kültüründen korkan, kendi kültürüne karşı teyakkuza hazır bir hal içinde olmalarıdır. Her ne kadar son zamanlarda ufak çaplı olumlu kıpırdanmalar olsa da, bizim eğitim sistemimizin de uzun süreden beri bu kültürel islamofobiya maruz kaldığı ve kalmaya devam ettiği aşikârdır.
Hal böyleyken eğer “bizim adamların” eğitimi yönetiyor olmasından beklentimiz mevcut seküler eğitimin yaralarını sararak, onu tedavi ederek ve iyileştirerek yola devam etmekse; meselelerimizi insanlık denen bir düzmeceyi referans alarak çözmekse sadece Avrupalıların eğitim sistemlerinin islamofobik olduğunu söylemek kendimizi kandırmaktır.