Bilmem kime eylesem tazarru
Bilmem kime eylesem takaza
Hamid
Bir âzim dava: Medeniyetimizin yıkılışı ve ondan daha hazini yeniden diriliş serüveni. Güngör, önemli, nüfuz edici bakış açılarıyla, tahlillerle çözüme dair dikkate değer ama mufassal bir proje geliştirmiş. Düşünülmüş, tefekkür edilmiş, defalarca farklı bilimlerin verileri ile de desteklenmiş bir proje.
Belli ki düşünürümüz dert sahibi biri. Derdini dert edinmeyenin getireceği dişe değer ne olabilir? Haliyle Güngör yaramızı sarmak için bütün çiçekleri bir tabip mahareti ile toplar. Maksadı merhem yapmaktır. Hani türküde dile getirildiği üzere;
“Ey tabip bu yarayı,
Sar sarabilir isen.”
Yara kangrene çevrilmiş olsa da sarılmalıdır. Önce birlik. O, formülünü kor: Çoklukta birlik. Yani Tevhid: Aydın kutuplaşmasını kaldıracak bir eğitimden, milli devletlerin birlikteliğine kadar bütün sahalarda birliktelik. Akif te yıkılışı, yahut yeniden inşayı bu sihirli oluşta görür:
“İslâm’ı evet tefrikalar kastı kavurdu;
Kardeş, bilerek bilmeyerek kardeşi vurdu,
Can gitti, vatan gitti, bıçak dine dayandı.”
Öyleyse ey millet-i merhûme daha ne zamana kadar tefrikayı sürdüreceksin? Hâla gaflet ha?
Güngör, bu konularda canlı, diri bir şuur edinmenin kuruluşun, dirilişin ilk adımı olduğunu önümüze kor. Akif te böyle bir oluşa “Ey dipdiri meyyit!” çağrısıyla davetiye çıkarır.
Cavidnâme’de İkbal, “Hallacla Konuşmalar” bahsinde Hallac’a şu kan dondurucu cümleyi söyletir: “Ben ne yaptımsa sen de onu yaptın, “ölüler” üzerine haşrı getirdin ey İkbal!”
Bu uyanış, kendini adama başarıldığında inşa, yeni bir medeniyetin kuruluşu kapıdadır. Çünkü karşımızdaki güç, Batı Medeniyeti yaratıcılığını kaybetmiş, ölüm devresine girmiştir. Bu fikir, Toynbee’ye aittir. Hayli tenkit edilmiştir, cazibesini de kaybetmiştir. Ama buhran sürmektedir hem de daha da derinleşerek.
İkinci bir husus, bu şartlarda doğacak bir medeniyetin Batılı bir medeniyet olamayacağı gerçeğidir. Ve nihayet böyle bir medeniyetin dinî muhtevalı olacağı kanaatidir. Bunu Batılı bazı düşünürler de itiraf eder. Mesela M. Rodinson’un (1915-2004) Le Mond’da yayınlanan iki makalesinde İslâm karşıtı bütün doktrinlerin ve ideolojilerin İslam’ın yerine geçirilmek üzere icat edildiklerini fakat İslâm’a mağlup olduklarını söyler (Güngör, 2011, s. 49).
Biz bütün bunları ve bunlara dayalı çıkarımları Güngör’den öğreniyoruz:
Şu hâlde İslâm yegâne hakikat nizamıdır. Diğer tüm batılı sistemler insanlığa saadet, huzur getirmemiştir. Ve bir din olarak Hıristiyanlık büyük ölçüde tahrip edilmiş, hiçbir insana ve cemiyete ruh verebilecek gücü kalmamıştır (Graudy).
İslam insanlığın aradığı, hakikat ihtiyacını karşılayacak yapıdadır. İnsan haysiyetini de koruyup kollayacak bütün stoklara da haizdir.
Bize düşen bütün bunları bilmek, şuurunda olmak. Bu da böyle bir insanı, aydını yetiştirmeyi kaçınılmaz kılar. Şimdiye kadar başaramadığımız ana mesele budur.
Güngör bu konuda ümitvardır. Bir aydın kitle gelmektedir. İlginç olanı da bu aydın tabaka arasında doğrudan doğruya din tahsili görenlerin olmasıdır. Böyle bir gelişme hem Türkiye hem de İslam ülkeleri açısından önemli neticeler doğuracaktır.
Düşen insandır. İnsanlığını, aşkını, merhametini kaybeden insan. İnsanın kaybı diğer bütün maddi-manevi yapıların, şeylerin fevkindedir. Bu, işin özüdür. Güngör de meseleyi böyle okur: “Batı Medeniyeti insanı sadece yiyip, içen ve çiftleşen bir hayvan derecesine düşürmüştür. Ki asıl felaket budur.” Mesele böylece ilk elde ne rejime ne siyasete ne de herhangi bir hususa bağlanabilir. Topçu da aynı düşüncededir. Ona göre de mesele ne siyaset ne de teknoloji meselesidir. Mesele, irade yani insan meselesidir. Böylece problem insana, insandan medeniyete çıkma, ulaşma idealine, gayretine bağlanabilir. Güngör, bu maksatla geleneksel ve modern aydını ele alır, onlardan gerçek aydını çıkarma sevdasına düşer. Necip Fazıl, böyle bir oluşu aşk derecesinde düşler. Öyle ki “Büyük Doğu” davası, yani medeniyetimizin yeniden inşası davası bir insan yetiştirme davasıdır. Kaba softa ham yobaz dan gerçek Müslümanı, Peygamber (sav) mirasçısı çıkarma tasavvuru ve teşkili.
Bütün bu hat aslında Hz. Peygamberin Yesrib’i Medine’ye kalbederken var ettiği hattır. İnşa edici kendisidir. İlk örnek, ilk kurucu insan, insanlığın ufku insan. Sonra pek çok insan-ı kâmili inşa. Onlarla merkezi bir mabette ibadet, müşavere, eğitim ve geleceği kurma. Ve bu muhabbet etrafında medreseler, yetiştirme kurumlarına vücut verme. Bilahare bunları çevreleyen aşevleri, imarethaneler, hamamlar, iktisadi kurumlar ve pazar. Ve nihayet yerleşim alanlarına açılan caddeler, caddelerin uzandığı evler, mahalleler. İşte insandan medeniyete giden süreç böyle başlayıp sonuçlanır (Davutoğlu, 2016, s. 91). İnsanlığın her bunalımında, başı sıkıştığında dönülecek, başvurulacak yegâne kaynak Kur’an’dır, Yüce Peygamber (sav)’dir. Nitekim devirlerinde her önemli düşünürün yaptığı da budur. Gazali (1058-1111), tasavvufa bu maksatla girer. Kurtarıcı olanı bulmak, inşa etmek için. Bu tasavvuftur, tasavvuf hakikate ulaştıran bir yol, bir usuldür. Ama arınacak olan insandır. Yani inşa edilecek olan. Hakeza İbnü’l-Arabî de “ihya” projesinde insanlığı Yüce Peygamber (sav)’in mirasını takip etmeye çağırır. Onu takip etmek, O’nun hal, fiil ve düşüncesinde tüm mirasına “varis” olmaktır. Bu, İslâmî muhteva ile insanlık mirasını, tecrübesini de O’nun maksadına uygun hale getirip kullanmak demektir. Çünkü Yüce Peygamber (sav): “Bana geçmiş ve sonraki ümmetlerin ilmi verildi” buyurur. Buradan hareketle yapılan da insanı inşadır. Merkeze ahlakı ve imanı yerleştirmek onu arındırmak, inşa etmektir (Demirli, 2013, s. 37).
Bizim insanı inşa amacımızın varacağı nihai amaç, medeniyetimize yeniden vücut vermektir. Güngör de böyle bir dünyanın kuruluşunda fikriyle, düşüncesiyle, gayretiyle hizmet etmiş değerli bir mütefekkirimizdir. Hizmetleri fevkalâdedir. Ama isterdim ki Güngör meseleye bir de kader açısından baksın. Nihayet her oluş ve yıkılış (“kevn ve fesat”) bir kaderin tecellisidir. Bir hikmete mebnidir. Bu bahsin başına A. Hamid’in beyitini bu yüzden aldım. Nihayet başvurulacak, boyun bükülecek, serzenişte bulunulacak olan O’dur. Sosyal bilimler açısından böyle bir izah denemesi sadet dışıdır itirazı elbette yerinde bir itirazdır. Ama bu, problemi çözmüyor. Benzeri pek çok çözümsüz problem için biz “Şifahane-i Hicaz”a başvurmuyor muyuz? İnşallah bu gayretler, samimi çabalar ve yakarışlar ind-i İlahî’de inikas bulur, tez zamanda bir güzel Türkiye’nin ve bir güzel dünyanın tecellisine şahit oluruz.
Veminallahîttevfik.
Davutoğlu, A. (2016). Medeniyetler ve Şehirler. İstanbul.
Demirli, E. (2013). İbnü’l-Arabî Metafiziği. İstanbul: Sufi Kitap.
Güngör, E. (2011). İslâmın Bugünkü Meseleleri. İstanbul: Ötüken.
Hoodbhoy, P. (1992). İslam ve Bilim. İstanbul.
Tozlu, N. (2016). Eğitimden Felsefeye-2. Erzurum: Bayburt Üniversitesi.
Tozlu, N. (2016). Profesör Erol Güngör’e Göre İnsanımızın Meseleleri. Eğitimden Felsefeye 2 (s. 481-512). içinde Erzurum: Bayburt Üniversitesi.