Kadim kültürümüzü sırtımızdan indirdik yük oluyor diye…
Batı kültürünü sırtladık ve sırtımızın her yerine battı. Şablon uymadı çünkü.
Bizim kültürümüz, örf ve adetlerimiz, geleneklerimiz ağır geldi bize.
Kendimizi kötü hissettik, köylü gibi duruyorduk.
Ellerimiz nasırlı, yüzlerimiz kavruktu.
Analarımız şalvar giyiyor, babalarımız takke takıyor sakal bırakıp misvak kullanıyor hatta hacı yağı kokuyordu.
Günde beş vakit tertemiz oluyorlardı ama elleri toprağa değdiği için, koyunlarla, ineklerle ilgilendikleri için yırtık, yamalı elbiseler giymek zorunda kalıyorlardı.
Köylü olmaları yetiyordu bizim onlardan utanmamıza.
Şehirlere okumaya gidince ziyaretimize gelseler de onları saklıyorduk arkadaşlarımızdan özellikle batı kültürünü sırtına alıp sırtlan gibi sırıtan sonradan görmelerden.
Biz onlar gibi olmayacaktık.
Onlar yani geçmişimiz…
Sıyrıldık ne varsa.
Önce ellerimize, yüzümüze batı icadı kremler sürdük, deriyi soymaya başladık.
Deriyi değiştirdikçe ruhumuz da değişiyordu.
Karakter değişimine gittik ardından.
Uzun vadeli, aşamalı planlar yaptık.
Geçmişi yerle yeksan etmeliydik ki kabul edilelim şehirlilere.
Oysa, şehirlilerin bizden bir beklentisi yoktu. Onlar dalgasına bakıyorlar, şehirli olmanın zevkini sürüyor, bize de yukarıdan bakmaya devam ediyorlardı.
Biz kendimizden, geçmişimizden utandıkça onlar da bizden utanıyor, yanlarına kabul etmiyorlardı bizi.
Ne giyersek giyelim, ne yersek yiyelim eğreti duruyordu üstümüzde.
Bağırıyorduk kulaklarının dibinde.
”Biz artık köylü değiliz”
Duyuyorlar mıydı? Hayır!
Mutlu ve huzurlu olmayı değil, azla yetinmeyi değil, doğal yaşamayı değil, onlar gibi olmayı istiyor, gerekirse bedel ödemeyi göze alıyorduk.
Batı kültürünü aldık sırtımıza sonra.
Önce evlerimize televizyonlar kurduk, beynimizi boşaltsın ki geçmişimizi ”kusalım kendi öz ağzımızdan.” diye…
Evlerimizi sonradan görmelerin yaptığı gibi döşedik!
Eşyanın hakimiyetine girip, kendi öz evimizde diken üstünde yürümeye başladık.
Alışveriş merkezlerinde boy gösterdik. İhtiyacımız olan ne varsa kat kat fazlasını almazsak batılı, şehirli olamayız korkusuyla.
Batılı olmak huzurlu olmasa da nefsimize hoş geliyordu.
Ev oturmalarına gidiyor, yemeği çok çeşitli olmayana dudak büküyor gittiğimiz misafiri evimize davet ediyor, onları alt etmek için çöpe dökülecek çeşit çeşit yemekler yapıyorduk.
Ruhumuz yeterince kirli idi ama evlerimiz pırıl pırıl.
Yere dökülen çay damlası neticesinde evde kıyamet kopabilirdi.
Ruh kirli olsun önemi yoktu, yerlere bir şeyler dökülmesindi.
Karakter değişiminin önüne kimse geçemiyordu artık.
Kendimizden ne kadar uzağa gidersek o kadar iyi olacak sanıyorduk.
Geçmişi toprağa gömüp üstüne betonlar inşa ettik.
Toprağın altından çıkarsa utanırdık çünkü.
Ne kazandık peki?
Ne elde ettik?
Kimden aferin aldık?
Kime yarandık?
Çok mu sevimliyiz şimdi?
Kimde huzur var? Kimin gülüyor yüzü?
Her gün ayrı kıyafetle işe gidince çok derin izler mi bırakıyoruz insanların üzerinde?
Bizi lüks yerlerde görenler çatlıyor mu kıskançlıktan? Onlar çatlayınca bizde ne gibi değişiklikler oluyor?
Çok pahalı mekanlarda düğün yapınca çocuklarımıza ömür boyu mutluluk garantisi mi veriyoruz?
Geçmişi sırtına yüklenenin yükü ağır olmaz oysa…
Onlar daha emin adımlarla, daha doğru yollardan geleceğe uzanır…