Faruk Nafiz’in, ‘Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar…’ deyişinde duyduğu, hayalhanesinde tazeliğini koruyan ve ‘Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!..’ mısraındaki sızılayan seslenişine konu olan niçe hanlar, kervansaraylar vardır. Bir şehrin kadim zamanlardaki devranını, gelişmişliğini anlatır. Tarihe han ve kervansaray olarak geçen konaklama mekânları, bir tarihin ticaret merkezi, ticari ve ekonomik hayatın kalbi mesabesinde idiler.
Asırlar boyunca her türden insan hikâyesi yüklenmiş bir tarih hafızası konumunda idi bu mekânlar. İçinde pek çok hikâyenin yaşandığı, tarihe mal olmuş uzun asırların hafızası bu mekânlara, medeniyet merkezleri desek yeridir.
Özellikle Selçuklu döneminden itibaren devrin mimari anlayışı ve medeniyet müktesebatına uygun olarak, şehir merkezleri ile ekonomik yollar üzerinde hanlar inşa edilmiş. İki şehrin arasındaki mesafe bir kervanın alabileceği günlük yoldan daha fazla ise şehirlerin arasına da bu yapılardan inşa edilmiş ve bunlara kervansaray adı verilmiştir. Hanlar ticari maksatlı, konaklama fonksiyonları olan, pazar vazifesi de gören, güvenlikleri sağlanmış şehre zenginlik, medeniyet ve kültür katan, merkezi yapılar durumundaydı. Bu hanlar savaş zamanlarında da erzak ve mühimmat merkezleri olarak kullanılırdı. Zamanla bunların ticaret yolları üzerinde yapılanına menzil, şehir içinde yapılanlarına da şehir hanları denilmiştir. Dışarıdan bakıldığında bir kale görünümündeki bu yapıların üst katları yolcuların konaklama, giriş katlar ise bugünkü otoparklar diyebileceğimiz ahır vs. gelen yolcuların hayvanlarının barınabilecekleri bölmeler olan yapılar şeklinde tasarlanmıştı. Osmanlı döneminde de plan ve muhtevası geliştirilerek hanların yapımına devam edilmiş. Dönem yapıları zamanla Osmanlı karakteristiği diyebileceğimiz bir mimari kimlik kazanmıştır. 20. Asrın başlarına kadar Osmanlı’da hanlar yapılagelmiştir.
Tarihte 19. asırda modernitenin ve sanayileşmenin kendini göstermeye başlamasıyla hanlar ve kervansaraylar devri yavaş yavaş kapanmaya başlamış. İngilizce lüks otel demek olan ‘palas’ devrine geçilmeye başlanmıştır. Ama bu geçiş ‘palas pandıras’ değil asrı aşan zaman içinde yavaş yavaş husule gelmiştir.
Sonrasında yeni bir insan ve toplum anlayışının şekillenmeye başladığı devirler ortaya çıkmasıyla da, yeni şehirler görünür hale gelmiştir.
O tarihlere kadar konaklarda, hanlarda, kervansaraylarda seyreden ticari ve ekonomik hayat ile buralarda ağırlanan eşraf ve müsaferetlik unsurları yavaş yavaş otel hikâyelerinin yazıldığı bir dünyanın konusu olmaya başladılar. Çünkü yeni bir insan, yeni bir cemiyet ve bunun öngördüğü yeni şehirler inşa edilmeye başlanılmıştır.
Necip Fazıl’ın ‘’Aylarca şehrin gündüzünden habersiz bir gece yaşayışı… Oteldeki odamın aynası karşısında, yanaklarımı tırmalayarak döktüğüm gözyaşları… Çok defa otelin sabah kahvaltısından ibaret günlük gıda…’’ (O ve Ben, 2013:63-64) şeklinde anlattığı otel hayatı 1920’leri bize tasvir etmektedir. Kurulan bir yeni dünyanın ardından gelen yeni yaşayışın geçtiği bir hayatın kesitlerini anlatmaktadır. Yine Necip Fazıl’ın Otel Odaları şiirinde:
Kulak verin ki, zaman, tahtayı kemiriyor,
Tavan aralarında, tavan aralarında.
Ağlayın, âşinasız, sessiz, can verenlere,
Otel odalarında, otel odalarında!.
Şeklinde bir insan ve dünya tasvir edilmektedir. İşte bu tasvir de geçen hayat ve insan tipi, o dönem inşa edilen yeni ‘insan’ın kim olduğunun ipuçlarını bize yansıtmaktadır.
Yeni bir dünya kurulmakta ve yeni bir insan tipi oluşturulmaya çalışılmaktadır bu dönemde. Yeni insan modeliyle birlikte yeni şehirler de, yine bu dönemde kurulmaktadır. Ümit Yaşar Oğuzcan, Bu Şehrin Sokakları şiirinde bu yeni şehri şu mısralarla anlatır bize:
Hangi sokaktan geçsem,
Pırıl pırıldır parke taşları.
Şehri görünen yüzünün ve göze gelen tarafının kaldırımlar olduğu bir devir yaşanmaya başlamıştır. Şehri görmek demek, şehrin pırıl pırıl halini görmeye başlamak demek kaldırımlardan başlayan bir şehir metaforu haline gelmiştir.
Geçen asır yeni bir şehir ve bu şehirlerin yeni dönemdeki yeni merkezini doğurdu: Ankara.
1919’dan sonra yeni statüsüyle tanışan yani başşehir olmaya başlayan Ankara’nın kaderi bu tarihten itibaren değişmeye başlamış. Hem yeni insan, hem yeni bir şehir hüviyeti ile aşinalık kurmaya başlamıştır. Başşehir olmaya başlamasıyla da nüfusu oldukça hızlı bir şekilde artış göstermiş. Meclis’in 23 Nisan 1920’den itibaren açılmasıyla da şehrin ülkedeki merkezi konumu tescillenmiş. İşte bu tarihten itibaren ‘barınma ve konaklama’ Ankara’da başlı başına bir mesele olmaya başlamıştır.
Ankara, dünyada tiftiğin merkezi olduğu için, yüz yıllar boyunca yerli ve yabancı tiftik tüccarlarının uğrak yeri idi. Şehir, dışarıdan gelenleri ağırlamaya yabancı değildi. 1907 Ankara Vilayeti Salnamesi’ne göre Ankara’da misafirlerin konakladığı, tiftik ticaretinin yürütüldüğü 33 han vardı. Bu sayı, 35-40 bin nüfuslu Ankara’nın nüfusuna nisbetle han zengini olduğunu gösterir. Kurşunlu Han, Çengel Han, Çukur Han, Sulu Han, Safran Hanı bu hanların başında gelen 4-5 asırlık geçmişi olan hanlardı. (D. Mehmet Doğan: Ömrüm Ankara, Bir Ankara Şehrengizi). 1920’li yıllarda hanla otel arası bir vakıf yapısı vardı: Taş Han. Bugün Ulus denilen bölgedeki bu han 20. Yüzyılda Ankara’ya gelenlerin ilk durağı idi.
Ne eski hanlar, ne de yeni hanlar, şehrin ihtiyacına karşılayabiliyordu. Ayrıca devletluların konaklaması için gösterişli yeni bir binaya da ihtiyaç vardı. Bu çerçeveden olmak üzere 1924 yılında temeli atılan ve 1927 yılında bitirilerek, 17 nisan 1928’de hizmete açılan Ankara Palas’a, cumhuriyetle başlayan yeni dönemde önemli bir sembolik kimlik yüklendi diyebiliriz.
İkinci meclisin hemen karşısında yapılan Ankara Palas, bir sembol olduğu kadar bir mecaz/metafor haline de dönüştü.
Burasının adı Cumhuriyet döneminde inşa edilmek istenen insan ideali ve insan modelinin arenası diyebileceğimiz bir mekân adı olarak belirdi. Bu nedenle olsa gerek, Ankara Palas’ın işletmesi ilk önce Fransızlara verilmiş. Kuruluş dönemi Cumhuriyet ideolojisinin sembol yapısı haline gelmiştir kısa sürede. Bir dönemin, yaşanmışlıkları, bir devrin hafızası, cumhuriyet modernleşmesinin nevzuhur insan modelinin ilk nüvelerinin görünür olduğu mekânın adı olmuştur Ankara Palas. Cumhuriyet baloların yapıldığı, cumhuriyet resepsiyonlarının verildiği, zaman zaman ancak fraklıların girebildiği bir dönüşüm devrinin merkezi konumunu üstlenmiştir. Bir mekân adı olmaktan öteye geçen bir sembol yapı. ‘Mit’leştirilen ve ‘hit’leştirilen ‘batıcı’laşma hikâyesinin merkezi arenası olmuştur. Dönüştürücü üst kimliğin üst sembol yapısı.
Ankara Palas, başta yabancı devlet ve hükümet adamları olmak üzere pek çok meşhur misafirleri ağırlamıştır. İşte o meşhur misafirlerinden birisi de 1934 yılında vekil seçilmesiyle beraber Ankara’ya gelen ve daimi ikamet olarak kendisine Ankara Palas’ı seçen şair Yahya Kemal’dir. Yahya Kemal fasılalar halinde milletvekilliği dönemlerinde Ankara’da olduğu sürelerde Ankara Palas’ta ikamet etmiş. 1949 yılında en son Pakistan elçiliğinden emekli olunca İstanbul’a yerleşmiş. Bu sefer de ikamet mekânı olarak kendisine Park Otel’i seçmiştir. Bu dönem İstanbul’unda bulunan üç meşhur büyük otelin ikincisi 1895 yılında hizmete açılan padişah sarayları dışında ilk elektrikli bina olan Pera Palas’tır. Bir çok şöhretli isme ev sahipliği yapmış olan bu otelde Agatha Christi’de kalmış. Şark Ekspresinde Cinayet romanını da burada yazmıştır. Bunların dışında İstanbul’da bir üçüncü otel daha vardır. O da 1897 yılında hizmete giren meşhur Tokatlıyan Otel’dir.
Cumhuriyetle birlikte devlet merkezinin Ankara olmasıyla yeni bir tarih ve hikâye yazılmaya başlanmış. Bu yeni merkez şehir Ankara’da, dışarıdan gelenler için ikamet ve barınma başlı başına bir mesele olmaya başlamıştır.
Biz burada Ankara’nın üst kimlik hikâyesinin yanında; alttan seyreden, sessiz ve derinden gelen, gösterişsiz bir şekilde var oluş sahnesinde yer alan bir başka hikâyesinin izlerini sürdük. Aslında bu hikâye, görünüşte bir otel hikâyesi. Ancak biz buna sosyolojik olarak, bir otel üzerinden çevrenin merkeze yürüyüşünün hikâyesi de diyebiliriz.
Ankara’yı tanımak Ankara’yı anlatmak için nereden başlasak? Hangi okumaları yapsak da hafızamız da bir yakın Ankara tarihi canlandırsak diye düşüne durmaya başladık. Hafızamız bizi aldı geçmişe götürdü. Yaşanmışlığı çok canlı ve sahih bir cepheden anlatabileceğimiz bir sembol yapı olmalıydı anlatacağımız.
Hem de bire bir Ankara’nın yakın tarihini bende canlandırmaya ilaç gibi gelecek bir yer adı, tarih kokan bir mekân olmalıydı bu yapı. Adeta kaybolmak üzere olan bir tarihi arar gibi hissetim bir an kendimi. Bu tarihi mekânı, tabi ki Ankara’nın tarihi hafızasının saklı olduğu ilk yerleşim yeri Ulus’ta bize arz ı endam edecekti. Biz, Hacı Bayram’dan yola çıktık. Önce eski Başbakanlık binası şimdilerde ASBÜ Rektörlüğü olarak kullanılan tarihi bina bizi karşıladı. Bir zamanların Başbakanlık binası ve içinde bir devrin halkının sevgisini kazanmış bir başbakanın makam odası. Şimdi Rektörlük makam odası olarak kullanılmakta. Bakanlar Kurulu Odası şimdilerde senato odası olarak varlık ve faaliyetlerini devam ettirmekte.
Oradan yürümeye devam ettik. Sonra aşağılara doğru, asıl yakın tarihin cereyan ettiği başka hareketli mekânlara inmeye başladık. Rüzgârlı’ya yolumuzu düşürdük. Adeta bizi karşılayan bir yakın tarih oldu burada. Çok yakın zamanlara kadar da Ankara’nın idari, kültürel ve siyasi yönden merkezi işleyişine dair pek çok kurum ve yapıların yer aldığı bir yer idi burası. 1961 yılında Meclis bugünkü yerine taşınıncaya kadar ki zamanın tartışmasız devlet, hükümet ve millet merkezi Ulus idi. İkinci meclis ve Başbakanlık binaları Ulus’ta yer almaktaydı. Diğer hükümet binalarının bir kısmı Ulus’un farklı noktalarına yayılmış durumda idi. Hükümet dairelerinden bir kısmı faaliyetlerini halen Ulus’un farklı noktalarında devam ettirmekte. Gazeteler ve parti merkezlerinin bulunduğu yer ise Ulus’ta Rüzgârlı’da toplanmıştı. Bir zamanların CHP genel merkezi ve Ulus gazetesi idarehanesinin olduğu Halk İş merkezi şimdilerde çok farklı bir hareketliliğin merkezi durumunda. Oradan diğer binaları seyre dalarak yürüdük.
Bir zamanlar siyasetinin canlı merkezi Rüzgârlı’da yürüyüşümüze devam ettik. Gözümüzün ve sadık hafızamızın bize arattığı asıl mekâna doğru yöneldik: Gönç Palas. Hikâyesi, tarihi, geçmişi, yapısı, temsil ettiği değerleri, kısımı ve kesimi ile bir yakın geçmiş sembolü olan Gönç Palas’ın önünde durduk. Bir derin nefes aldıktan sonra otele girdik. Yaşanmış pek çok tarihi hikâyenin mekânına, kendi hikâyesini yazmak için geldik.
Çok partili hayatın 1950’deki doğuşu beraberinde Gönç Palas’ı da doğurdu diyebiliriz. Çünkü bugünün mütevazi konaklama merkezi olan Gönç Palas’ın temeli ilk sahibi Mehmet Gönç tarafından, 1950’de beş yıldızlı bir otel olarak atılmış. 1955 senesinde ise bitirilip, Gönç Palas namı ile işletmeye açılmış, hizmet vermeye başlamış. O zaman için bu otel tevazu içinde yükselen bir halk mekânı olarak faaliyet göstermeye başlamış.
Bu yapının banisi ve ilk işletmecisi Mehmet Gönç bir Anadolu insanı yatırımcıdır. 1976 yılına kadar yaptığı bu oteli kendisi işletir Mehmet Gönç. O sene bu oteli, bugünkü işletmecilerin önceki kuşak nesli olan Adem Özbey ve Ziya Nurhan’a satarak devreder. Mehmet Gönç, o tarihten sonra otelcilik işletmeciliğini sıfırdan kurduğu Sıhhiye’deki Kent Otel’i faaliyete geçirerek devam ettirir. Bugün itibariyle Mehmet Gönç varislerinin işletme hakkını devir ettikleri bu otel de Sıhhiye’de faaliyetlerine Gürkent Oteli olarak devam ettirmekte.
Gönç Palas’ın yeni malikleri o zaman için 1976’da 21 senelik otel mazisi ve olumlu hafızaya dayanarak isim değişikliği yapmazlar. Otel, yeni sahiplerinin işletmeciliğinde devraldıkları 1976’dan itibaren faaliyetlerine yine Gönç Palas adıyla devam eder. Daha sonraki yıllarda önceki işletmeci Mehmet Gönç, yeni işletmecileri ziyaret ederek isim değişikliğine gitmedikleri için, yeni sahip ve işletmecilere teşekkür eder.
İşte burada şu an yer alan bir mütevâzi mekân Gönç Palas, bize ‘ben her şeye rağmen, geçip giden yıllarda, yazılmış hikâyelerle birlikte ayaktayım’ diye sesleniyor ve adeta bizi kendine çekiyordu. O çekimin tesiriyle olsa gerek Gönç Palas’a doğru hafızamız ve bilgilerimiz çalışmaya başladı.
Çünkü şehre ve tarihine nereden baksak bütün aramalarımız bizi bir noktaya götürdü: Gönç Palas.
Son zamanlarda çokça ve sıkça civarlarından gelip geçtiğimiz bir mekân Gönç Palas. Adını çok eskilerden beri duyduğum ve varlığından haberdar olduğum bir otel adı. 1980’lerde görev yaptığım Bingöl’de halk efkârında Ankara’da bürokrasi kademelerinde işi olanların konaklama mekânı olarak Gönç Palas’ı kullandıkları bilgisi yer etmişti hafızamda. Bir otel adı dediysem aslında bir otel olmaktan çok öteye bir tarihi geleneği bize hatırlatan bir yer adı. Aramaya, aranmaya ve Gönç Palas’ın hikâyesini yaşattıklarıyla da araştırmaya başladık. Gördük ki Gönç Palas sadece bir Gönç Palas’tan ibaret değil. Doğuşu çok partili siyasi hayatla birlikte başlamış. Adeta burasına fukara Anadolu insanının hikâyesinin başşehirde yazıldığı, yaşadığı yer diyebiliriz.
Gönç Palas, Ankara’nın 1950’de çok partili hayata geçişinin sembol yapılarından biridir. 1955 senesinden hizmete açılışında aslında sıradan bir otel adı idi. Ancak zamanla Anadolu’nun ücra köşelerinden uç veren siyasetin yeni nesil kesiminin müdavim olduğu, Anadolu köy, kasaba ve şehirlerinden sökün ederek Ankara’ya gelen çekirdek partili fukara demokratların buluşma ve kaynaşma merkezi konumunda bir yere dönüşür. Hatice Nazlı Tlabar, Rıfkı Salim Burçak, Avni Başman, İbrahim Kirazoğlu, Osman Refet Aksoy gibi Anadolu’nun muhtelif şehirlerinden gelen milletvekillerinin siyasi kulisleri takip ettiği, seçmenleri ile buluşup görüştüğü, zaman zaman da seçmenlerin işlerini takip ettikleri bir mekân adı olur Gönç Palas. Bu 55 odalı otel, Anadolu halkının ilgisi ile milletvekillerinin de buluşma ve toplanma merkezleri haline dönüşür. Özellikle Demokrat Partili milletvekillerinin karargâhı konumuna gelir. 1961’de meclisin bugünkü yerine taşınmasıyla beraber Ankara’da kulis merkezleri şehrin muhtelif otellerine yayılır. Ancak Gönç Palas 1960 sonrası dönemde de Anadolu’dan gelen demokrat seçmen kesimin buluşma merkezi konumunu sürdürür. Hatta o dönem yeni Anayasa gereği seçilen senatörler de bu otelin müdavimleri arasına dahil olurlar. Parti kulislerinin bir kısım işleri Gönç Palas’tan takip edilir. Seçmenlerin işleri burada oluşan kulislerden takip ve koordine edilir. Yaşayan en kıdemli Adalet Partili ve İzmir Milletvekillerinden Ali Naili Erdem’e Gönç Palas’ı sordum. ‘Bu oteli biliyorum. Ben gitmedim. Ancak milletvekili arkadaşlarımdan bu otelin müdavimi olanlar vardı’’ dedi.
Gönç Palas’ın işletmeciliğini Gürbüz Nurhan ve Namık Kemal Özbey babalarının ortaklığın da devralmışlar. Baba mirası ortaklığı şu an kendileri devam ettirmekteler.
Otel sahiplerinden ve bugünkü ikinci kuşak işletmecisi Namık Kemal Özbey’den edindiğimiz bilgilere göre, otel lobisinde buluşan partili vekil senatör ve seçmenler iş takibi konusunda da iş bölümü hatta işbirliği yaparlarmış. Diyelim ki bir gün AP’li vekil ve seçmenlerinin Ankara bürokrasisindeki işleri konusunda paslaşmalar yapılır. Bir başka gün bir Adalet Partili, MHP’li vekil ve partililer arasında işbirliği ve işbölümü yapılabilmekteydi. Bir başka zamanda Milli Selamet Partili milletvekili senatörler ile diğer partilerin milletvekili ve senatörleri arasında seçmen ve iş takipleri konusunda karşılıklı yardımlaşmalar yapılabiliyordu. Zaman zaman CHP’li vekil ve seçmenlerin de Gönç Palas’ı uğrak mekânı haline getirdikleri olabilmekteymiş.
Gönç Palas, Anadolu şehirlerinden gelen seçmen ağırlama fonksiyonunu uzun yıllar boyunca devam ettirir. Tabiatıyla da partili ve particilerin buraya olan ilgisi de sürer. Gönç Palas nezdinde vekil ve seçmen buluşmaları 1999-2000’li yılların başına kadar iller bazında daralarak da olsa devam etmiş. Otel işletmecilerinden Namık Kemal Özbey’e en son hatırladıkları vekili sordum. 1991’ de meclise giren Kazım Ataoğlu ismini verdi. Kendisinin akşam seçmenleriyle buluştuğunu, sabah gurup halinde seçmenlerini alıp bürokrasi de iş takiplerini yaptıktan sonra tekrar akşam otele bıraktığını büyük bir alaka ile anlattı. O yılları anlatırken hissederek adeta yaşadığına şahit oldum.
Gönç Palas, halen Anadolu’nun muhtelif illerinden gelen misafirlerini ağırlamaya devam ediyor. Rüzgârlı’da sade, sakin, tekin ve emin bir konaklama merkezi niteliğini sürdürüyor. Otel sahip ve çalışanları Anadolu’nun bazı illerinden müşteri isimlerini ezberden söyleyebilmekteler. Hatta il ve müşteri eşleştirmeleri yapabilmekteler.
Gönç Palas, çok partili hayatla birlikte doğmuş. Çok partili hayatın halk iktidarı ile hayat bulmuş. Halk iktidarının gelişip yeşermesi ile yıllar içerisinde sadeliğin sembolizmini oluşturmuş. Halkın ve vekillerinin klasik bir buluşma mekânı haline dönüşmüş. Yıllar boyunca da bu niteliğini korumuştur. İçinde oturak köşesi olan bir otel. Şu anda bu köşe mescide dönüştürülmüş durumda. Alkol alınmayan, bir otel konseptini sonuna kadar muhafaza etmiştir. Sizlere bunun karşısında yer alan Ankara Palas hikâyesinden de kısaca bahsetmiştik yukarıda. İnsan arenasına dönüştürüldüğü bir mekân. Daha kalantor ve kodaman bir müdavim muhtevası. Üst kesime hitap eden. Gönç Palas ise işte böyle bir dünyanın arasında mütevazi yapısı, halka hitap eden konumu ile bir halk hikâyesinin yazıldığı sade bir konaklama, buluşma ve görüşme mekânı hüviyetinde hayat merkezi olmuştur. Bir başka ifadeyle halkın oteli diyebiliriz.
KAYNAKÇA:
Memiş Okuyucu
Şehir ve Kültür Dergisi Sayı: 88
İnsan gezerken farkına varamasa da bu tarz metinler sayesinde bilgileniyoruz. Emeğiniz için teşekkür ederiz ☺️
Şehir hafızası yazıyla ve okuruyla yaşar. Eyvallah…