eğitim,öğretim,terbiye,talim,Meb,Üniversite,öğrenci,öğretmen,muallim,öğretim üyesi,maarif,aile,
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak

Yusuf Alpaslan ÖZDEMİR

Öncelikle muallim. Selçuk Üniversitesinde Türk Dili ve Edebiyatı alanında yüksek lisansa devam ediyor. Konya’da yaşıyor. Bir orta öğretim kurumunda Edebiyat Muallimi, yanı sıra çeşitli edebiyat dergilerinde yazıları yayınlanan, yerel bir gazetede düzenli olarak kültür sanat sayfaları hazırlayan bir kul, bir okur-yazar.

    Erkekleri Acımasız, Kadınları Mağrur Çizen Romanlar

    Erkekleri Acımasız, Kadınları Mağrur Çizen Romanlar: Günümüz Edebiyatında Aile ve Aşkın Yeri

    Bugünün romancılarına bakıldığında, erkek figürü acımasız, kadın figürü mağrur; aile ise yıkılmış bir sahne olarak karşımıza çıkıyor. Peki bu tekrarın arkasında hangi kültürel, ideolojik ve edebî dinamikler var ve doğru yaklaşım nasıl olmalı?

    YUSUF ALPASLAN ÖZDEMİR

    Modern Türk romanına baktığımızda, özellikle sol-seküler ve Batı tandanslı eğitimlerden geçmiş yazarların çoğunun eserlerinde tekrarlanan bir tabloyla karşılaşıyoruz: Erkekler çoğu kez hoyrat, bencil, sevgisiz; kadınlar ise mağrur, dayanıklı, ama aynı zamanda çıkışsız. Kurgu eserlerde aile daha çok bir sığınak olmaktan çok bir çatışma alanı olarak resmediliyor. Aşk ise çoğunlukla yanlış adreslerde, yanlış kişilerle aranan bir tutkuya indirgeniyor. Netice de kaçınılmaz olarak hüsran oluyor.

    Babanın Çöküşü, Annenin Direnişi, Aşkın Yanlış Adresleri

    Bugünün romanlarında “baba” figürü çoğu kez terk eden, kaybolan, otoritesini kaybetmiş bir gölgeye dönüşüyor.

    İrem Uzunhasanoğlu’nun yakın zamanda yayınlanan ‘Bir Aşkın On Günü’ adlı romanı, tam da bu tartışmanın güncel bir örneği olarak karşımızda duruyor. Romanın merkezinde, evli bir kadınla evli bir erkeğin yasak ilişkisi sözkonusu. On günlük kısa süreli bir kaçışın içine sığdırılan aşk(romanın ismi yanlış anlaşılmasın, sözde aşk süreci on gün sürmüyor!), aslında bütün bir aileyi, bütün bir hayatı sorgulatan bir kırılmaya dönüşüyor. Burada erkek figürü, kararsız, sorumsuz, tutkularıyla hareket eden; kadın figürü ise mağrur, ama içten içe suçluluk duyan ve toplumsal baskıya rağmen kendi arzularının peşinden giden biri olarak resmediliyor. Annenin acımasız tutumu dahi romanın kahramanı Aylin’in tercihlerini haklı gösterme mazereti olarak monte ediliyor vakaya. Aynı şekilde Aykut’un ayrıldığı eşi Meryem de kötü niyetli, ruhi bakımdan dengesiz, babayı ve çocuğunu birbirine düşüren bir yılan olarak resmediliyor. Tüm bunlar aslında yasak aşka, ana karakteri mazur ve mecbur göstermek için kullanılan objeler.

    ‘Bir Aşkın On Günü’, sadakati değil ihaneti merkeze alıyor; aşkı, toplumsal düzenin dışında ve yanlış bir zeminde arıyor. Bu, günümüz romanının tipik yaklaşımını açıkça gözler önüne seriyor.

    Ayfer Tunç’un ‘Dünya Ağrısı’nda ise “aile” artık tamamen çürümüş bir kurum gibi karşımıza çıkar. Romanın erkek kahramanı, karısına bağlılık gösteremeyen, huzursuzluklarla savrulan, şiddetle ve kayıtsızlıkla örülmüş bir karakterdir. Kadın ise bu harabenin ortasında mağrur, sessiz ve direnen bir figür olarak durur. Burada da baba/erkek figürü çözülmüş, anne/kadın figürü ise yükü taşımaya mecbur bırakılmıştır. Roman, aşkı veya sadakati değil, acıyı, yalnızlığı ve çürümeyi büyüten bir anlatı kurar.

    Hakan Günday’ın ‘Ziyan’ adlı romanı da benzer bir tablo çizer; fakat bu kez mesele yalnızca aile değil, tümüyle bir toplumsal düzenin yıkımıdır. Romanın erkek karakterleri çoğu kez şiddet, hoyratlık ve acımasızlıkla tanımlanır. Kadınlar ise ya bu şiddetin mağduru ya da ondan kaçarak var olmaya çalışan mağrur figürlerdir. İhanet, yalnızca evlilik kurumuna değil, insana, dostluğa, vatana yönelen bir “ihanetler zinciri” olarak çıkar karşımıza. Bu da günümüz romanının erkek ve aile figürünü yalnızca yıkıcı, sevgisiz ve sahipsiz bırakmasının bir başka biçimidir.

    Örnek olarak aktarabileceğimiz o kadar çok roman var ki, hangi birinden bahsedeyim!

    Nermin Yıldırım’ın Unutma Beni Apartmanı’nın merkezinde, geçmişiyle hesaplaşmaya çalışan, parçalanmış bir aileden gelen kadın kahraman vardır. Baba figürü kayıtsız, uzak ve sevgisizdir; anne ise sessiz bir mağduriyet içinde hayatı sürüklemeye çalışır. Kadın karakterin aşkı yanlış yerde arayışını, geçmiş travmaların gölgesinde “kaçış” olarak sunar yazar, bireysel özgürleşmeyi aile bağlarının kopuşu üzerinden kurar.

     Burcu Büküroğlu, Toprağın Altında Yürüyenler’de de erkek karakterler, savaş ve şiddetin gölgesinde acımasız ve sevgisiz resmedilirken, kadınlar mağrur ve yalnızdır. Aile, roman boyunca ya çatışmaların ya da kayıpların alanı olarak yansıtılır. Kadın kahramanın aşkı toplumsal normların dışında, kaçak ve yasak ilişkilerde aranır. Bu roman da sadakati değil ihaneti, huzuru değil yıkımı dramatik odak olarak tercih eder.

    Sema Kaygusuz’un Yüzünde Bir Yer adlı romanında ise baba figürü tamamen çökmüş, aile bağları kopmuş, kadın karakter ise yükleri sırtlanmış ve kendi içsel yolculuğuna sürüklenmiştir. Erkekler ya suskun, ya da hoyrattır; kadın ise mağrur, yalnız, ama içten içe kırılgan bir direnişle dimdik ayaktadır. Aşk, bu romanda da kurtarıcı değil, aksine yanılgılarla örülü bir çıkmazdır.

    İnci Aral, ‘Kıran Resimleri’ adlı romanında aldatma ve ihaneti kadın figür üzerinden işler. Kadın, toplumun dar kalıplarına sığmayan, özgürlüğünü yanlış adreslerde arayan bir karakterdir. Erkek karakterler ise soğuk, baskıcı ve kayıtsızdır. Aile kurumu bir güven duygusu vermek yerine, bireyin özgürleşmek için terk etmesi gereken bir yük olarak kurgulanır.

    Daha çok deneysel bir anlatı olmakla birlikte ‘Mucizevi Mandarin’, kadın-erkek ilişkilerini “acımasız erkek – mağrur kadın” ikiliği üzerinden çizer. Kadın karakterler, yanlış yerlerde, yanlış erkeklerde aşkı ararken, hep kırılır, hep yalnızlaşır. Erkekler tutkularıyla hoyrat, kadınlar ise mağrur ve kırılgan figürlerdir Aslı Erdoğan’ın gözüyle.

    Önde gelen eleştirmenlerimizden Nurdan Gürbilek’in denemelerinde işaret ettiği gibi, modern edebiyat babanın yitimi üzerinden kendi “özgürlük” alanını inşa eder, bu nedenle anne çoğu zaman bütün yükü göğüsleyen, evin enkazını taşıyan, ama sessizce tükenen bir figür hâline gelmiştir.

    İhanetin Kadın Tarafı

    Eskiden edebiyatta ihanet eden genellikle erkekti; kadın “masum ve sadık”tı. Günümüzdeyse roller tersine çevriliyor. Latife Tekin’in ‘Sevgili Arsız Ölüm’ünde olduğu gibi, kadının yaşadığı baskılar onu aile dışına taşan, bazen mecbur kılınan ilişkilerle betimleniyor. Burada ihanet, yalnızca “ahlaki bir zayıflık” değil, kadının özgürleşme arzusunun zoraki dışavurumu gibi sunuluyor. Bu, romanın diliyle kadına bir meşruiyet alanı açıyor.

    İdeolojik Arka Plan

    Kadın yazarların özellikle erkekleri sert, aileyi çökmüş, aşkı çarpık resmetmesi bir kişisel tercih değil, Batı’daki feminist edebiyat damarının Türkiye’deki yankısıdır. Otoriteyi temsil eden baba ya da koca, romanlarda çoğu kez “sömürücü, baskıcı, hoyrat” figürlere dönüşürken, kadın özgürlüğünü “ihanet” ya da “kaçış” üzerinden arıyor. Yani roman, bir “aile düşmanlığı” değil, modern bireyciliğin, özgürlük arayışının bir temsil alanı oluyor.

    Edebiyatın Aynası

    Bütün bunlar toplumsal değişimden bağımsız değil. Şehirleşmenin hızlandığı, geleneksel aile yapısının çözülmeye başladığı, bireyin yalnızlığının arttığı bir çağda yaşıyoruz. Roman türü tam da bu dönüşümün aynası oluyor; ancak bu aynada sürekli aynı yüzleri görmek –acımasız erkek, mağrur kadın, çöken aile, yanlış aşklar– edebiyatın imkânlarını daraltıyor. Çünkü hayat, yalnızca ihanetlerden, kaybolmuş babalardan ibaret değil.

    Aileyi Yıkmak Değil, Korumak: Edebiyatın Asıl Vazifesi

    Günümüz romanlarının aileye ve aşka bakışındaki bu tekdüze kalıp, hem Batılı bireyci eğilimlerden hem de edebiyat piyasasının dramatik beklentilerinden besleniyor dedik, halbuki Türk edebiyatının yeni bir soluk bulabilmesi için yalnızca “ihaneti” değil, sadakati; yalnızca “çöküşü” değil, dayanışmayı da anlatabilmesi gerekiyor. Asıl mesele, romanın bireyi özgürleştiren yönünü korurken, toplumu ve aileyi yalnızca bir “karşıt” olarak görme kolaycılığına düşmemek.

    Peki nasıl?

    Kadın ve Erkek: Rakip Değil, Tamamlayıcı

    Feminist söylem kadın ve erkeği çoğunlukla iki karşıt kutup gibi gösterir: erkek baskıcı, kadın mazlum. Oysa gerçekte kadın ve erkek yaratılış itibarıyla birbirini tamamlayan iki varlıktır. Kadın mağrurluğuyla, sabrıyla, merhametiyle; erkek koruyuculuğu, sorumluluğu ve gücüyle bir bütündür. Edebiyat, bu bütünlüğü görmek yerine sürekli çatışmayı öne çıkarınca, insana dair en derin hakikati ıskalıyor.

    Aile: Çöküşün Değil, Dayanışmanın Sahnesi

    Romanlarda aile çoğunlukla bir hapishane gibi anlatılır. Oysa aile, insanın en sahici sığınağıdır. Çocuk anne-babasının sevgisiyle büyür, kadın ve erkek birbirinin yükünü paylaşarak olgunlaşır, nesiller bu bağ sayesinde devam eder. Edebiyatın görevi, aileyi çöküşün sahnesi olarak göstermek değil; zorluklara rağmen direnen, sadakatle ayakta duran bir yapı olarak anlatmak olmalıdır. Çünkü hakiki dram, yalnızca yıkımda değil, dayanışmada da vardır.

    Aşk: Yasak ve Yanlış Yerlerde Değil, Sadakatin İçinde

    Bugünün romanları aşkı çoğunlukla yanlış yerde, yasak ilişkilerde arıyor. Oysa gerçek aşk, evlilik ve sadakat içinde kök salar. Aşk, yalnızca bir tutku değil; fedakârlıkla, vefa ile büyüyen bir bağdır. İhaneti dramatik kılmak kolaydır ama sadakatin derinliğini anlatmak edebiyatın en büyük cesareti olur. Çünkü sadakat, insanın kalbinde en uzun yankıyı bırakan duygudur.

    Toplumsal İlişkiler: Yıkıcı Bireycilik Değil, Birlikte Var Oluş

    Modern bireycilik insanı yalnızlaştırıyor, romanlar da bu yalnızlığı kutsuyor. Oysa insan tek başına eksiktir; ancak toplumsal bağları, ailesi, dostlukları sayesinde bütün olur. Edebiyat, bireyi bu bağlardan koparıp “özgürleşmiş” gibi gösterdiğinde aslında en büyük özgürlüğü, ait olma ve birlikte yaşama özgürlüğünü, elinden alıyor.

    &&&

    Bugünün romanının yönelimi, aileyi küçültmek, erkeği suçlamak, kadını mağdur göstermek üzerine kurulmuş durumda. Oysa edebiyat, insana en sahici yönünü göstermeli: kadın ve erkeğin birbirini tamamladığı, ailenin bir yük değil bir sığınak olduğu, aşkın sadakatle güzelleştiği ve toplumsal ilişkilerin yıkıcı bireycilikle değil dayanışmayla değer kazandığı bir hayat. Asıl özgürlük, karşıtlıkta değil, bütünlükte saklıdır.

    Yazarın Diğer Yazıları
    Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.