eğitim,öğretim,terbiye,talim,Meb,Üniversite,öğrenci,öğretmen,muallim,öğretim üyesi,maarif,aile,
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak

Ufkumuz, İzler ve Bir Tahlil

Ufkumuz, İzler ve Bir Tahlil


Ufuk, bir gelecek müjdesidir. Güçlü, samimi bir atılım, bir ideal hattı. Öteleri, daha da öteleri işaretler. Hâlihazır şartlar, ufukların çağrısı ile aşılır. Onların yükü ne kadar ağır olsa da, çetrefilliği, kuşatılmışlığı ne derece bunaltıcı, zor olsa da, illaki açılır. Ufkumuzda yeşeren, ağan umutlar, vaatler nice bin güçlüğü, engeli, çözümsüzlüğü başarıya, zafere taşır.

Yeter ki, inancımızı, idealimizi geçici, günlük basit çekişmelere, menfaatlere kurban etmeyelim. İçimizi-dışımızı, hayatımızı idealimiz, davamız doldursun. Bu ümmetin, bu milletin hakkı-hukuku doldursun. Yarınlar, gelecek ve davamız baş köşemize oturabilsin.

Bilelim ki, bütün iştihalardan, çıkardan, şandan, şöhretten, günlük hesaplardan soyunmadıkça bu hayatî mücadelede yol alınamaz.

Bu, şüphesiz günümüz dünyasından kopuk, realiteyi bütünüyle ihmal etmek anlamına gelmez.

Aksine, yaşanılan şartları da gelecekle, gelecekte varlıkta kalabilmenin aynasında değerlendirmeyi önümüze kor. İnanılan değerleri, adına mücadele edilen dünyayı, kültür ve medeniyet dünyasını kaybetmemeyi, unutmamayı yükler.

Yükler, çünkü nihayetinde doğu-batı mücadelesi, tarihi süreçte bugün bir medeniyetler çatışmasına dönüşmüştür. Biz istemesek de, batı, meseleyi böyle bir zemine çekmiş, tarihi misyonundan yani İslâm’ı, Müslümanları yok etme idealinden asla vazgeçmemiş, aksine yeni, daha sofistike, daha kapsamlı stratejilerle bu hesaplaşmayı kapatmayı tercih etmiştir.

Dava medeniyet davasıdır. İslâm Kültür Ve Medeniyetinin Yeniden İnşası davasıdır. Batının medeniyetimize hamleleri, ancak misliyle karşılık verilerek savuşturulabilir.

Onlar siyasi-idari sahada kontrolü devamlı kılarak, tüm Müslüman dünyayı zabt u rabt altında tutacaklarına inanıyorlar. Bu yüzden Müslüman ülkelere, kendilerine sadık insan, grup veya partilerden yönetimler getiriyorlar.

Bunlara destek veriyorlar, hükümranlıklarını sürdürebilmek için, savaş dâhil her türlü desteği çekinmeden sağlıyorlar. Bir yandan da batının örnek alınmasını, başka çıkar yolun olmadığını talim ettiriyorlar.

Bu, bir zihinsel işgaldir ve çağdaş silahların en önemlisidir. Bu stratejinin çarkı eğitimle döner. Ve medya, propaganda diğer etkili silahların başta gelenleridir. Her tür külfete, gayrete, masrafa bu yolda tereddütsüz katlanırlar.

Hele Müslüman dünyanın birliktelik yolunda attığı adımlar, batılıların karabasanı olur. Siyasi, iktisadi, kültürel, bilimsel her tür birlikteliğimiz onların rüyalarını kaçırır.

Haliyle bütün gelişmeler gözlenir, saptırılır, engellenir yahut atıl bırakılır. İslâmî tüm gelişmeler, sistem, kültür-medeniyet yapılanmaları, kavramsal dünya “öcü”dür onlar için. Şeriat mı? Birliktelik mi? Hilafet mi? Panislamizm mi? Aman ha! Çok, çook tehlikeli! Ağıza alınacak şeyler mi? Aman ha yanaşmayın! Bu çok katlı, çok boyutlu sömürü ve yok etme düzeni böyle işliyor.

Varolma savaşımız

Şu kısacık bakış, sürekli uçurumun kenarına doğru itildiğimizi gösteriyor.

Dünyamız, barış-demokrasi kisvesi altında ekonomiden basın-yayına kadar çok boyutlu bir savaşın içinde. Bu, örtülü bir savaş. Gizli gizli sürdürülen, sıkışıldığında aleniyet kazandırılan bir savaş.

Savaşın tam göbeğinde her zaman İslâm dünyası, onun da siklet merkezi Türkiye. Savaş sabırla, en sofistike usullerle, taktik ve stratejilerle acımasızca sürdürülüyor.

Pek çok yol, usul ve vasıta devrede: Yalan, hile, propaganda, ihanet, olmayan tehlikelere dikkat çekme vs. Hatırlayın ABD’nin Körfez Savaşı’nda Saddam’ın “kıyamet topu” hilesini. Dünya böyle bir yalanla aldatılmıştı. Bu hile, bu tuzak, bu oyun yeni bir aldatma yolu değil. Batı, tarihi boyunca bu yolu kullanmıştır.

Yunanlıların Batı’dan Doğu’ya ilk geçişleri bu yolla olmuştur. Yani Turuva Atı! hilesiyle. Batı, bundan hiçbir zaman vazgeçmez. “Her yere Turuva Atı’yla girerler. Bizim içimize de Tanzimat’la böyle girdiler. Turuva Atı, ruhlarının çekirdeği, hilelerinin sembolüdür” (S. Karakoç).

Bugün Turuva Atları çoğaltılıp, çeşitlendirilmiş. En büyüğü demokrasi! Diğerleri, saysayabildiğince: İnsan hakları, kadın ve çocuk hakları, etnisite, hatta lezbiyenlere kadar uzatılan “Hürriyet” Turuva Atı.

Ve daha nice âlet, vasıta, siyasi-iktisadi, askeri güç ve denklemler devreye sokulur, hedefteki ülke yahut ülkeler yorulur, yıpratılır, teslim olmaya mecbur edilir.

Tüm bunlar icra edilirken vahşetin, gaddarlığın vardırılabileceği seviye insan tasavvurunun sınırlarını zorlar. Arakan’dan Somali’ye, Bosna’dan Ortadoğu’ya olan biteni yeniden hatırlamamız nasıl bir düşmanla karşı karşıya olduğumuzu anlamamız için yeterli.

Bu vahşet, bu acımasızlık kendi aralarında da yeri gelince tereddütsüz uygulanır. A. Cockhburn ve J. S. Clear tarafından yazılan Kirli Beyaz (Çev. A. Başaran, İst. 2004) adlı eserde bu nevi pekçok uygulamayla karşılaşılır. CIA’nın insan kaçakçılığından uyuşturucu ticaretine, şehir suyuna ilaç katmadan insanların kobay olarak kullanımına kadar şerrin akıl almaz uygulamalarına imza attığı anlatılır.

Şüphesiz işkenceyi, zulmü, semaya taşımanın ilk örneği olan Guantanamo unutulacak gibi değildir. V. E. Frankl’ın, Auschwitz’çi anlattığı, İnsanın Anlam Arayışı isimli eserinde (Çev. S. Budak, İst. 1991) nakledilen insanlık dışı muamelelere, gaz odalarına, ölü yakma tezgâhlarına (krematoryumlar), katliamlara değinecek değilim. Ki, yazar bu melanet yerin ne anlama geldiğini tek bir cümleyle özetler: “Auschwitz, dehşet verici her şeye karşılık geliyordu”.

Bu yüzden Sonbart, gördüklerimizi (yani dünyada cereyan eden olayları, olup biteni) Şeytan’ın işi olarak vasıflandırmaktan başka çıkar yol yok” der (N. Tozlu, Bir Güzel Türkiye Düşlemek: İsmail Ünalmış ve Akçağ Hareketi, Ank. 2018, 16).

Şeytan işi, çünkü Şeytan, dünyayı insanoğlunun önüne sererek, onları nefislerinden yakalayarak çıkarları, hırsları, tamahları adına alabildiğine at koşturacakları bir iktisadi, siyasi düzen ilham etti. Bunu kendisine secde etmeleri karşılığında yaptı.

Dolayısıyla çağdaş modern insan menfaati karşılığında Şeytan’a boyun eğdi (Meriç, Bir Facianın Hikâyesi, Ank. 1981, 3-5).

Haliyle batılı sistem temelde böyle bir sistem. Hilenin, desisenin, oyunun, gücün şiddetin, zulmün hülasa Şeytan’ın düzeninin geçerli olduğu, revaçta olduğu bir sistem.

Biz İslâm dünyası olarak yaklaşık üç asırdan beri böyle bir düzeni taklitin peşindeyiz. Anlamadan, ruhuna-özüne vakıf olmadan, devlet zoruyla dayatılan üstünkörü bir aktarma. Batının dış yüzüne, yaldızlı, alayişli görünümüne vurgun bir aktarma.

N. Fazıl Üstad’ın benzetmesiyle kavanozu dışından yalayarak bal yediğini sanmak. Düpedüz aldanma. Bilerek veya bilmeyerek, şuurlu veya şuursuz sürdürülen bir cinayet. Nitekim bir başka şairimiz de eylemi bir aldanma, bal yerine ağunun tercihi olarak dile getirir. O mısra şöyle:

“Ellerim, aldanma bu ya!

Uzanır bal diye keskin ağuya”

Neyleyelim ki, ruhuna-özüne nüfuz etmeden yapılan böyle bir eylem, hala sürdürülür. Hiçbir değerlendirmeye, muhasebeye yanaşmadan, bize nelere mal olduğu hususiyetine yoğunlaşılmadan sürdürülür. Koca bir devlet, onun yayıldığı muazzam bir coğrafya, maddi-manevi ikamesi asla mümkün olmayan bir dünya ve daha hazini efendilikten köleliğe kadar inen bir seviye kaybı.

Nitekim Harf devrimini değerlendirirken, C. Meriç aynı hususu dile getirir: “Altı yüz yılı rafa kaldırdı ve tarihsiz bir memleket ibda ettiler” (C. Meriç, Jurnal-C. 1, 1955-65, s. 301). Yani efendiyi köle yapmayı yeğlediler. Bunun insan haysiyetine indirilen en büyük darbe olduğunu ifade eden Meriç, atını senatör yapan Calicula’nın dahi insan haysiyetine bu hebenneka eşkıya çetesinden daha hürmetkâr olduğunu vurgular.

Artık şu sorunun cevabı düşünülmeli: Öyleyse bu takipçilik hala ve ısrarla niçin sürdürülür? Hem de sizi yok etmek isteyen bir gücün, merhametsiz, acımasız, insanileşmemiş bir gücün peşine ne diye takılıp sürüklenilir?

Bilinmez mi başkalarına umut bağlayanın, peşine koşanın kaderinin telef olmak olduğu. Öyleyse ufkumuz, batıya değil, Allah’a açılmalı.

Çabamız, gayretimiz O’ na dönmeli. Gönlünüz, ellerimiz rabbe açılmalı. O’ndan istenmeli. Fatiha’da her gün dile getirilen, “yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz” niyazı asla unutulmamalı, bu istek, istikamet terk edilmemeli.

Perişanlığımızın, düşüşümüzün asıl sebebi burada aranmalı. Yardımı, inayeti, kurtuluşu başka dünyalarda aramak, İslâm’ı gönülden düşürmek.

Neyin terk edildiğinin şuurunda bile olmamak. Hâlbuki İslâm tek hakikatti. Müslüman güzeldi, şahsiyetliydi. Üstad N. Fazıl’ın ifadesi ile eskimez tek modeldi.

İkbal de hayli dertlidir. Taklidi, doğuya-batıya koşmayı olurlamaz. Fıtrata, yaradılışa dönmeyi, dayanmayı önümüze kor. Düşüşü bu gerçeğin anlaşılmamasına bağlar. Yani şahsiyetin kaybı ve bilimin ıskalanışı. Şahsiyetin kayıbı, kendini bilmemeyi, kayıbı getirir, dolayısıyla neyin nasıl ve niçin yapılacağını, zamanda ve mekânda konumlandırmayı imkânsız kılar.

Bilimi ıskalama ise, entellektüel gelişimi engeller, bu da olupbitene nüfûz edememeyi getirir. Haliyle politik, ekonomik, siyasi vs. gibi temel konularda inşayı zora sokar. Böyle bir toplum, millet giderek güçten düşer ve diğerlerine yem olur.

Bütün bunların altında yatan temel sorun, insanın kayıbı, ihmali, gerçek insanı, insan-ı kâmili yetiştirme amacının, idealinin terkidir. Dahası böyle bir insanın yetişebileceği iklimi, kültür-medeniyet dünyasını kaybetmiş olmadır. Tüm bunlar bizi eğitime götürüyor. Öyleyse ona da kısaca değinilmeli.

Nasıl Bir Eğitim?

Pekçok eserimde, makalelerimde mesele böyle bir başlık altında tartışıldı. Yine de tartışmanın faydadan ari olmayacağına inanıyorum.

Daha isabetli sonuçlara varabilmek için belirli bir veya birkaç hedefin tayini şart. Öyleyse öncelikle hedeflerimizi vaz etmeliyiz: Şu halde bizim hedeflerimiz, asıl meselemiz ne?

Gayet kısa ve net diyebiliriz ki, önce kendini kurmak. Ne demek bu? Şüphesiz metinde hep söz konusu edilen, yana yakıla aranan insanın, yani şahsiyetin inşası.

Bu, bir dünya görüşü ve bir kültür-medeniyet iklimini icabettirir. Kendi dünyamızdan, kendi köklerinden doğmayı gerekli kılar. Bu da zorunlu olarak yüklenilecek bir görev. Şüphesiz bu mesuliyet, Müslüman aydının, entelektüelin mesuliyeti.

Aynı zamanda devletin. Demek ki, insanın ve medeniyetin inşası artık ertelenmeyecek kadar zaruri ve varoluşumuzun, tarihte kalabilmemizin kodu.

Bu kadar önemli olduğu için bugüne kadar ertelenegelmiş. Hikmet-i vücudumuza saldıranlar, varoluşumuzun ana damarlarını nasıl tıkayacaklarını pek iyi biliyorlar. Bu yüzden bu hayati mesele hep örtülmüş, geriler itilmiş veya saptırılmış.

İnsan elbette çaresiz değildir. Bu açıdan ufkumuzun ilk açılacağı alan insan-ı kâmil. Yani, ufkumuz, bir güzel insan ve bir yaşanılır dünya kurmada insana, insan-ı kâmile açılıyor. Şüphesiz, bu bir eğitim işi. “Nasıl bir insan yetiştirmeliyiz?” sorusunun cevabı, insan-ı kâmil. Yani bir güzel insan.

Bunun için önce eğitimimiz dünya görüşümüze, İslâm dünya görüşüne oturmalı; felsefesi, muhtevası, modeli vahiy kaynaklı, Kur’an’î anlayıştan istihraç edilmelidir.

İkinci safha, İslâm medeniyeti, günümüze kadarki üretimi, İslâmî bilimlerden, sanata, insan ilişkilerine kadar tarih boyunca ortaya konulan miras anlaşılır kılınmalıdır.

Pek çok modeli ihtiva eden bu birikim yeniden, ihtiyaca göre diriltilmeli, çocuk yetiştirmeden ticarete kadar tüm sahalar nice modeller üzerinden günümüze hitap edebilecek açılımlara kavuşturulmalıdır.

Bilahare, bugünkü dünya şartlarında millet olarak, devlet olarak kendi değerlerimizle, dünyamızla nasıl var olabileceğimizin hesabı yapılarak terbiyemiz bu doğrultuda yüklenilmeli.

Aile, yeniden Müslüman kadının ve erkeğin şeri ölçülere göre var olabilecekleri bir yapıya kavuşturulmalı, terbiye buna imkân verebilecek şekilde inşa edilmelidir.

Bunun örnekleri, Müslüman Türk toplumunun tarihi birikiminde, medeniyet dünyasında istenilenden çok daha fazladır.

Terbiye çocuğu, genci, yaşlıyı, kadını, çarşıyı, pazarı, dükkânı hülasa tüm vatan sathını kucaklayacak şekilde dizayn edilmeli, okul duvarlarıyla sınırlı görülmemelidir.

Yetiştiricilerin yetiştirilişi bir azîm davadır. Konu epeyce derinliğine ele alınıp, gerçek yetiştiricilerin var edilmesi için fikrî-fizikî bütün vasıtalar işe koşulmalıdır.

Karşımızdaki dünya, batı dünyası lif lif incelenip, tüm yetiştirme işi buradan çıkarılan sonuçlar doğrultusunda sistemleştirilmelidir.

Çünkü onlar üç asırdır bizleri nasıl hakimiyetleri altına alabilecekleri stratejileri aralıksız kullanıp böyle bir idealle dolu ve böyle bir saikle sürekli aksiyon halinde oldular.

Buna karşılık ezik, birbirine düşman, idealsiz, davasız hep kaybeden bir İslâm dünyası. Değerli bilim adamımız F. Sezgin, Bilim Tarihi Sohbetleri adlı eserinde durumu şöyle değerlendirir: Yaratıcılığını kaybeden Türkler, artık korkak ve taklitçi olmuşlardır.

Bu bir köksüzleşmedir. Y. Kemal böyle bir köksüzleşmeyi, Karanlıkta Uyuyanlar” başlıklı yazısında, “…. kendi kanlarına sövmem lezzetini alanlar” diye tavsif eder. Y. B. Bakiler, artık karanlıkta değil de aydınlıkta uyumadan uyuyanlardan bahseder.

Bu gafletin, nelere mal olduğu metinde ifade edilmişti.

En azından koca bir imparatorluğun dağılıp gittiğini artık bilmeyen yok.

Buna rağmen ve bundan hiç ders alınmamış gibi bugün felâketin daha derini, acısı ve haziniyle karşı karşıyayız: Varolma ve yaşatma ruhu yitirildi. Bu ruhun var ettiği kimlik, kültür ve medeniyet dünyası kayıp gitti. İkamesi asla mümkün olmayan mânevî yanımız, değerlerimiz bir hiç uğruna terk edildi.

Hala batı ve her alanda onun taklidi. Ne hazin bir tablo!

Hâlbuki 1880’lerden beri batı dönüşü zor bir bunalımda. Giderek derinleşen bunalım üzerine hatırı sayılır bir literatür oluşmasına rağmen, bizim batıcılar, “kendi kanına sövme yarışındaki” nadanlar tüm bu gerçeklerden dahi habersiz. Bugün dünyayı kana bulayan terör, şiddet, sefalet, yıkım, savaşlar bu yapının mahsulü. Batı, bilmesine rağmen, kendi kuruluşunun (establishment) ürünü olan şiddeti, terörü başka dünyalara mal ediyor. Özellikle İslâm dünyasına. Terör, savaş, saldırı her yerde. Şehirlerde, dağlarda, mahallelerde, ailelerde, siyasette, ahlakta hatta dinde. Niçin? Çünkü insanda, insanın ruhunda terör, anarşi, tatminsizlik vs.

İnsan arızalı. Ruhu boş, bomboş. Allah’tan kopmuş, peygamberden kopmuş, fıtri tüm potansiyeli kapatılmış. O, bir âlet artık. Batı böyle bir âleti pek vahşice, çıkarı doğrultusunda acımasızca kullanıyor.

Biz, giderek bütünüyle böyle bir dünyanın içerisine çekiliyoruz. İnsanımız tüm değerlerinden arındırılıp, kültüründen, medeniyetinden, tarihinden koparılıp, zihni formatlanarak karanlıklara, yıkama çekiliyor.

İşte eğitim, böyle bir dünyada olup bitenler dolayımında düşünülüp, sistemleştirilmeli. Yıkım, şiddet, insanın kayıbı, bunalım zirve yaptığından, inşa oldukça güç. Ancak insan-ı kâmillerle bu badire aşılabilir. Bu yüzden mesele gelip yeniden insanın inşasına dayanıyor. İnsanlığını kuşanmasına ve hemcinsine sevgi, merhamet duymasına dayanıyor.

Bunu, “güce” dayanan Batı’nın teknolojik medeniyeti başaramaz.

Çünkü insanın şu hali, bir sürecin eseri. Bu süreç, Batılı paradigmalar dolayımında yaşanır ve insan tüm değerlerinden arındırılır. Sadece nefse endeksli bir hale getirilir.

Buna ait pekçok şey yazıldı, yine de Y. B. Bakîler’in Üsküp’ten Kosova’ya adlı eserinde değindiği bir örneği vereceğim: Yazar, Yugoslavya parçalanmadan önce tertip edilen Struga Şiir Akşamları’na devletimizi temsilen katılır (1976). Kitabında pek güzel, isabetli, dikkate değer tespitler yer alır. Aldığım örnek bunlardan biridir.

Üsküp’te ceddimizin yaptırdığı Burmalı Cami pekçok eserden biridir. Yugoslavlar, camiyi yıktırıp yerine yeni bir orduevi binası yaptırırlar. Bir depremde bina yıkılır.

Sonra meydanın bir kısmını park haline getirirler bir kısmını da, yani Vardar Nehri’ne bakan kıyı şeridini de çiçek tarhları, dinlenme ve gezinme yerleri yaparlar. Yugoslav gençlerinin her akşam burada binlercesi toplanır ve fütursuzca sevişmeye devam ederler. Yazar bu durumu şöyle değerlendirir: “Sarışın ve esmer Yugoslav kızlarının gümrah ve uzun saçları, sevgililerinin kollarından, gecenin karanlığına, batının materyalist ahlâk felsefesinin iflas bayrakları gibi iniyordu”.

İşte bugün binlercesine şahit olunan farklı pekçok bu tür çürümenin altındaki kırılmış, dağılmış insanı, onun vahşetini yenideninsanî olana kalbetmek mecburiyetindeyiz. Burada elimizde, stokumuzda bulunan en önemli silahlarımızdan biri eğitimdir. Nasıl bir eğitim yapmalıyız ki vahşeti medeniyete çevirelim?

Üstad C. Meriç’in tavsiyesi hakiki mânada Hıristiyanların yeniden Hz.İsa’yı, Budistler’in Buda’yı, Müslümanların Hz. Muhammed (sav)’i tanımaları ve dinlemeleridir.

Bu, şüphesiz en etkili, ama en zor bir reçete. Şair, “dönülmez akşamın şafağındayız” diyor. Batı, gelinen noktadan geri dönemez. Budistler, artık Buda’yı dinleyemez.

Buda, her lekeden uzak olduğunu, herşeyi bildiğini, herşeyi terkettiğini, istemeyi yıkarak özgürlğe kavuştuğunu ve Nirvana’ya böylece ulaştığını (Collinson D. Ve Wilkonson, R. Otuzbeş Doğu Filozofu) vurgular. Günümüz Budistleri çoktan bu çizgiden ayrılmış, bu düşüncelere elveda demiş. Bir Arakan’ı düşünün! Bu vahşet Buda’nın mensuplarınca işleniyor.

Böyle bir kırılma döneminde Gazali her bunalım döneminde sorulan soruyu sorar: Bizleri, insanlığı ne kurtarabilir? Felsefe mi, Kelam mı, Tasavvuf mu? O, tasavvufu işaret eder. C. Meriç de bugün Hz. Muhammed (sav)’i tanımamızı, iyi bilmemizi sağlık verir.

Tasavvufun hakikati Hz. Muhammed (sav)’i gerçek mânada tanıma ve onun yolunda olmadır. Bu yol insan-ı kâmillere çıkıyor. Bugün yetiştirilmesi gereken insan budur. Doğu da, Batı da ancak buna ulaştığında, sahip olduğunda insanileşmiş, medenileşmiş ve vahşetin her türünden beri olmuş olacaktır.

Bizi bir dünya devleti yapan insan, yani mesul insan, insan-ı kâmildir. Çağın bunalımı, sapkınlığı, Müslümanların gafleti ancak insan-ı kâmiller yetiştirilerek aşılabilir.

Pekçok yazımda bunun üzerinde durdum. Bu boşuna, yahut iş olsun diye gündeme getirilmiş değil. Topçu, insana ne olduğunu anlatırken dikkate değer tahliller ve tesbitler yapar.

Neticede yazarımız İradenin Davası’nda insanın kayıp olduğunu vurgular. Aslında insan “Hakikati” tanımak, kendini ona göre kurmak durumunda olan bir yaratıkken, çağdaş batılı anlayışta bunun önü kesilir ve insan arkasındaki maddî dünyaya göre ele alınır. Bu insanın, dolayısıyla insanî olanın kayıbıdır.

Mevlana’nın gayreti de bu kayıbın yeniden ikamesi yolundadır. O, kendinde kendini kaybetmiş, taşlaşmış yürekle, çıkarına, nefsine tapan insandan, ki bu tam da çağdaş insandır, merhametli, duyarlı, sevginin, aşkın insanını çıkarmak ister. Bunu, “kömürden elması çıkarmaya” benzetir.

Bunun yolu aşktır, gerçek sevgidir. Ona göre böyle bir aşk, sevgi ölüyü diriltir., taştan, topraktan nağmeler çıkarır, faniyi ebedi kılar.

Kim ki böyle olmak ister Mevlana’nın ateşine yanması gerekir, onun hırkasından bir hırka giymesi ve Hz. Hüseyin gibi yaralı olması gerekir. Mevlana’ya göre ancak böyle bir insan gerçek insandır, gerçekten yaşıyordur. Çünkü Hakk’ı görüyordur, Hakk’ladır.

Göz, bu yüzden insanın tek kıymetli parçasıdır. İkbal de insanın, insanlığın değişimini “aşk”ta görür. Ve bu aşkı, ihtiyarlayan çamurumuzdan yeni bir insan yaratmaya çağırır (N. Tozlu, Eğitimden Felsefeye-2, Bayburt Üniversitesi Yay., Erz. 2014, ss. 245).

Biz haşmet devirlerimizden sonra kaybettiğimiz bu ruhu, bu insanı bir daha inşa edemedik.

Tanzimat’la birlikte de kendimizi aşağı görme gibi bir ezilmişliğe, komplekse kapılır ve bütün yaratıcılığımızı, benliğimizi kaybederiz. Böyle bir kırılma, çürüme, kendini unutma ruhu, tüm eğitimimizin de temel felsefesi olur. Biz yoğuz. Biz hiçbir şeyiz, Batı herşey!

F. Sezgin hocamız bu ruhu şöyle örneklendirir: “Ben ilkokula gittiğimde okulun ikinci haftasında benim süslü püslü bir hanım öğretmenim vardı. O, derste bize diyordu ki: “Müslüman âlimler dünyanın öküzün boynuzunda olduğuna inanıyorlar” (F. Sezgin, Bilim Tarihi Sohbetleri, 60). Ve hoca devam ediyor: Ben bunun tashihini hiçbir lise kitabında görmedim. Ben bu bilgiyi üniversiteye kadar taşıdım. Alman hocam Helmut Ritter’in sayesinde etütlere girdim, gerçekleri gördüm… Müslümanlar dünyayla güneş arasındaki en kısa mesafenin, en uzak noktasının yıllık ne kadar değiştiğini saniyelerle hesaplayabilmişler” (agy). Tam da bu bağlamda Ferit Kam (1864-1944) üstadımız imdada yetişir. O bir dörtlüğünde şöyle der:

Ne taaccüp ediyorsun buna dünya derler

Yenilen herzelere onda nihayet yoktur

Bir meczup, yerin altında öküz var mı dedi

Onu bilmem dedim, fakat üstünde pek çoktur.

Tüm bunlar bir dünyayı, milleti, medeniyeti, daha doğrusu “Hakk”ı, hakikati yok etme emelleri ve projeleridir. Bunların tarihi eskidir ve hiçbir zaman makule de inmez, bazen öküzlerle bazen koyunlarla bazen de paralelci ihanette görüldüğü üzere hainlerle sahnelenir ve gizli-ayan sürdürülür.

Bu yüzden eğitimle bir güç, bir dünya, Hakk’ı müdafa eden bir medeniyet, bunu ikmal ve inşa eden bütün bunların farkında bir insan tipi varetmeliyiz. İnsanın ve insanlığın huzurlu, mutlu olduğu bir dünya kurmak istiyorsak bunu yapmaya mecburuz.

Öyleyse hayatın bütün alanlarında futboldan siyasete kaliteyi hakim kılacak gerçek insanı, insan-ı kâmili yetiştirmek, ona vücut verecek kurumları hayata geçirmek zorundayız.

Gençleri, tüm insanlarımızı sevgiyle donanımlı kılmanın, aşkla pişirmenin, kendini, birikimini tanımanın, yeniden insanı, aşkı, acımayı ve Allah’ı keşfetmenin başka yolu yok.

Tüm bunları hayata geçirdiğimizde deliler, davalarının delileri, kahramanları, adanmışlığın altun örnekleri ve daha neler sökün edip gelir.

Eğitimimiz, anaokulundan üniversiteye bu ruh, bu ideal ve dünya görüşüne istinaden yenilenmeli ve yeniden teşkilatlanmaya tâbi tutulmalıdır.

Görülüyor ki, ufkumuz hayli derin, kucaklayıcı, ufuklar kadar berrak. Kendi dünyamızdan, ideallerimizden kalkarak tüm insanlığı kucaklamaya dönük. Sevgiye, merhamete, huzura, barışa şevkle, azimle dopdolu bir atılım. Yeni, yepyeni bir çağı hedefliyor. İnancın, merhametin çağını. Yani kurtuluş çağını.

Aslında insanlık böyle bir çağın hasretini çekiyor. Hakikat çağını özlüyor. Ama ne dünya görüşü ne de malzemesi buna müsait. Bu yüzden mesuliyetimiz büyük. Yeni bir çağ açmanın yolu, gayreti, böyle bir görevi ifa etmenin ilk adımı.

PROF. DR. Necmettin TOZLU

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.