Ayşe Ünüvar
Çocuk deyince aklıma ilk gelen şey oyundur. F. Schiller sanat kuramında oyun dürtüsünden bahseder. Oyun oynayan bir çocuğun oyundan haz aldığı için zamanın nasıl geçtiğini fark etmediğini anlatır. Böylece sanatçının o özgür ve çocuk ruhu ile oyun oynar gibi sanatın içinde kendini var edebilmesiyle ortaya müthiş bir sanat eseri çıkar. Der.
Buradan yola çıkarak çocuk ruhunun benzersiz, rengarenk, saf ve özgür edimlerini kenara itmeden, onların neler başarabileceğinin farkında olarak yaklaşım göstermek doğru bir girişim olacaktır.
Düşünsenize! Bizler çocukken evcilik oyunlarımızda ev hanımı isek, bunu kendi annemiz veyahut diğer yakınlarımızı gözlemleyerek bu rolü layıkıyla yapma çabasına girişirdik. Bir doktoru canlandırıyorsak, gözlemlediğimiz sağlık çalışanlarının tavır ve davranışlarını birebir taklit ederek rolümüzü özümserdik. Bir öğretmen rolünü üstlenmişsek şayet, en sevdiğimiz öğretmenimiz gelirdi aklımıza ve onu canlandırırdık. Peki nasıl bir öğretmendi canlandırdığımız? Çocuk ruhumuzla ona nasıl bir yorum katardık? Ya da gözlemlediğimiz öğretmenimiz aslında bize neler katardı ve bizleri nasıl şekillendirirdi?
İsterim ki gözlerimin önüne gelen bu manzarayı sizlere de aktarayım; birlikte gökyüzüne bakmak mesela, çimenlere oturup ders çalışmak özgürce, kuş seslerini dinlerken kuş türlerini sıralayıvermek ardı ardına… Irmak kıyısında su sesinin insan ruhuna iyi geleceğini ve eskiden kimi hastaların su sesi ile iyileştirildiğini öğrenmek. Minik çakıl taşları toplayarak ritim tutmak ve ardından denge üçgeni oluşturmak. Sonra mı? Sonra okul bahçesinde sek sek oynamak, yakan toptan kaçmak, dokuz kiremitin dokuzunu da yıkmak ve toplamak… İşte tam da bu noktada öğrenmişizdir yıkmayı, toplamayı, sorumluluk almayı ve öğretmenimizle birlikte aynı oyuna karışmayı.
Demek oluyor ki oynayarak öğrendiğimiz şeyler daha kalıcı, daha keyifli, daha özgün, daha özel, daha verimli oluyor. Aradan yıllar geçse de işte böyle hatırda kalıyor ve bir sonraki nesle keyifle aktarılıyor.
Çocuk ruhunu beslemenin bir başka yolu da çocukla çocuk olmaktır aslında. Bu, çocukluk değil, çocuk saflığında ve duruluğunda onlara kalbini açabilmektir. Onların dünyasına hiç zorlanmadan girmek ve aynı renklerle aynı resmi yapabilmektir. Çocukların ruhundan uzak olmak ve onların dünyası ile araya mesafeler koymak sağlıklı bir yaklaşım değildir. Eğitimin kanlı, canlı, samimi ve şefkatli yüzünü çocuk dimağında bir gül gibi açtıran eğitimcilerin çocuk ruhuna daha kolay dokunabildiklerini fark ettim yıllarca. O halde, ruhuna dokunulan çocukların eğitimlerinin kalıcı olduğu felsefesini güdüp bu istikamette ilerlemek daha doğru olacaktır. Hatta ruhuna dokunulmayan dünün çocukları, bu günün yetişkinleri olarak karşımıza çıktığı vakit bu eksikliği ve renksizliği hissetmemek mümkün değildir.
Velhasıl renkli, sevgi dolu, hoşgörülü, özgür bir toplum istiyorsak; hem çocukların hem de büyüklerin ruhlarına dokunmayı unutmayalım ki yaşanılır bir gelecek ve tertemiz bir dünya bırakalım yarınlara…