Lisede okuduğum yıllarda özenli defterler tutardım. Kitaplarımı ve defterlerimi sene başında alır almaz ilk işim onları güzelce kaplamak, üzerine isim, sınıf ve numaramı yazmak olurdu. Kitapların tüm sayfasına bakar, fotoğraflarını incelerdim.
İlk zamanlarda defterlerimdeki yazılar güzel olsun, güzel kalsın diye okula karalama defteri götürür, eve gelince de yazdıklarımı temize çekerdim. Fakat zamanla zorlanmaya başladım, bir de böyle yapmak zaman israfı gibi geldi. Karalama defteri işini iptal edip doğrudan asıl deftere yazmaya başladım.
Bir sonraki yıl kitaplarımı bir alt sınıftaki ihtiyaç sahibi öğrencilere verirdim ama defterlerimi vermezdim. Şayet başına bir iş gelmediyse lise ve üniversite defterlerimi hatta öğretmenliğe başladığım günlerden bu güne günlük plan defterlerimi muhafaza ettim. Kitaplığımda onların özel bir bölümü var. Farklı okullarda, farklı isimlerde çıkarttığımız “Dost”, “Gonca”, “Çizgi”, “Çağrı”, “Deki” gibi dergilerle aynı rafı paylaşıyorlar. Çok güzel bir el yazım yoktu ama elimden geldiğince düzenli yazmaya, tertipli olmaya dikkat ederdim. Bu düzenli olma hassasiyeti aslında hayatımın bir özelliğiydi, diyebilirim. Yani sadece defterlerimi değil yaşam alanlarımı da tertipli düzenli tutmaya çalışırdım. Bir odalı öğrenci evimi ziyarete gelenler imrenirdi. Fakültede iki yıl yatılı okudum, o dönemde de haftalık zaman planlaması yapar, dolabımın kapağına asardım; kimi arkadaşlar gıpta ile bakar, imrenirdi kimileri de benim bu halimi alay konusu ederdi. Neticede kazanan ben oldum. Kaybedenler ise alay edenler oldu.
Üniversitede kendilerine ders çalıştırdığım alt sınıftan öğrenci arkadaşların el yazılarının güzelliğini görünce onlara gıpta ettim ve biraz da hırs yaptım; tek tek harf çalışarak yazımı güzelleştirdim. Yazılarım güzelleşince yazmaya karşı iştiyakım daha da arttı. Ne var ki öğretmenliğe başlayıncaya kadar yazılarım hep klasik defterler üzerinden devam etti ve ders notlarının dışına da çok fazla çıkamadım. 1989 yılına gelinceye kadar nerdeyse böyle devam etti. İstisnası şu ki; mezun öğrenciler hatıra defteri yazdırırlardı, onları çok ciddiye alır, eve götürür, mümkün olduğunca ciddi şeyler yazardım. Geçenlerde öğrencilerimizden biri 1986 yılında yazdığım notların fotoğrafını çekip göndermiş. Bazı öğrencilerimiz notlarımı sosyal medyada paylaşıyorlar, hoşuma gitmiyor desem doğruyu söylememiş olurum.
Sözü biraz uzattım sanki.
Bu günün öznesi ajandalarım. Klasik defterlerden ajandaya geçiş sürecimden bahsetmeliyim ilkin. Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan 1989 yılındaki bir sohbetinde, “Bir ajandanız olsun, bir de ismi olsun, her gün bir ayet, bir hadis, bir güzel söz yazın, mümkünse ezberleyin, yazdıklarınızı dostlarınıza da okuyun” demişti. Atalarımız da, “Usul olmazsa vusul olmaz” demiş. Aklıma yer etti gittim bir ajanda aldım ismini de “Heybe” koydum. Eskiden at ve eşeklerden taşıma amaçlı istifade edildiği günlerde heybe çok önemliydi. Heybe; içine öteberi koymaya yarayan, genellikle kıldan, pamuk ipliğinden ya da yünden dokunmuş, birbirine kendinden bir parçayla bitişik iki gözü bulunan bir tür torba olduğu birçokları tarafından bilinir. Günümüzde halen yayla geleneğini devam ettirenler de heybeyi iyi bilirler. Çünkü motosiklet ve bisikletlerde de heybe kullananları görebiliyoruz.
Heybe” isimli ajandam yazma heyecanımın ikinci baharı oldu. Amatörce yazdığım yazılarım hem çoğaldı, hem çeşitlendi hem de onlara bir bereket geldi. Heybe ismini verdiğim ajandam dolunca ikinci ajandayı aldım. Birinciye “Heybe-1”, ikinciye “Heybe-2” dedim. Bu sayı “Heybe-6” ya kadar devam etti. Sonra kız lisesinde çalışırken tuttuğum ajandamın adını “Bohça” koydum. Eskiden kızların en kıymetli eşyaları bohçaları olurdu, oradan mülhem olarak böyle bir adı tercih ettim.
Ajandalar birbirini takip etti. Bu güne geldiğimde ise altmış kadar ajandam oldu. Hepsinin bir adı ve bir hikâyesi var: “Mezun Duygular, Seyahatname, Füyuzat, Civanmert, Turunç, Kar, Beyaz, Şiirimsi, Umre Hatıraları, Ailemin Büyükleri, Kımıl, Rehberlik ve Kişisel Gelişim, Vefa Dersleri, Şemail-i Şerif ve İlahi ve Kasideler” onlardan bir kısmı.
Bu ajandalarımı gören samimi dostlarım içindeki yazıları neden yayınlamadığımı sorguladılar. Bu sorulara cevap mahiyetinde kısaca arz edeyim:
Konuşmak zor, hele hakkı söylemek çok daha zor. Yıllar önce okuyan, yazan, fikirlerini önemsediğim bir üniversite hocası, “Bizim insanımız söylemez, söylenir” demişti. Gıyabında uzun uzun konuştuğumuz insanların huzuruna çıkınca nedense susmayı tercih ederiz. Risk almaktan ve zarar gelmesinden korkarız veya en makulü faydası olmayacak zannıyla söylemekten vazgeçeriz. “Söz gümüşse sukut altındır,” doğru ama sözün ilaç olduğu zamanlarda susmaksa en basitinden zulümdür veya zulme rızadır. İnsanın kendi defterlerini karalaması söylenmek gibi, yayınlamak ise söylemektir ve cesaret ister. O cesaret bende var fakat benim korkum başka. Şöyle ki; söylenen unutulur veya yanlış söylediğimizi fark edersek özür diler, tashih ederiz, böylece ihtimal dâhilindeki zararların önüne rahatlıkla geçebiliriz. Ne var ki yazılanları yayınladık mı tashih etmek çok kolay olmuyor, “pardon” deme şansını kaybetmiş oluyoruz. İşte bu sebeple ben kendime “Konuşurken üç düşünüp bir konuşmalı, yayınlarken ise dokuz düşünüp bir yayınlamalı” diyorum.
Tüm risklerine rağmen bir kişinin gönlüne merhem olma ihtimalimiz varsa yazdıklarımızı yayınlamaya cesaret etmeliyiz. Çünkü daha güzel yarınlara, daha güzel nesillere bir mum yakma ihtimalimiz varsa o ihtimali kullanmalıyız diye düşünürüm.
Mübarek gün ve gecelerde sıradan mesajlar yerine yirmi yıl boyunca dostlarıma o gün veya gece ile ilgili mektuplar yazdım. Gerek bu mektupları gerekse ajandalardaki diğer yazıları bir gün kitap olarak basarız diye hiç düşünmedim. Ne var ki bu mektupları kitap olarak görmek isteyen o dostların tavsiyeleriyle “Dua Zamanı Mektuplar” basıldı.
Üniversite öğrencileriyle yaptığımız tasavvuf sohbetleri, sohbetlere iştirak edemeyen diğer öğrencilerimiz de talep edince, “Kulluğun Tadı” ismiyle kitaplaştırmayı uygun bulduk ve o süreç başladı. Çalışmamız tam baskıya gidecekken içime bir korku düştü “ya bir yerde yanlış yazdımsa” diye. Baskıya göndermekten vazgeçtim “varsın geç olsun, hatta belki de olmasın ama yanlış olmasın” diye düşündüm. Sonra konunun ehli olduğuna inandığım tam yirmi kişiye gönderdim ve istirham ettim. “Lütfen bir okuyup, tashih eder misiniz” dedim. On günden fazla geri dönüşlere göre düzeltmeler yaptım. İyi ki de yapmışım. Böylece göremediğim bazen de bilemediğimi anladığım birçok yanlışımı tashih etme imkânım oldu. Hamd olsun, her iki çalışmamız da hüsnü kabul gördü ve ikinci baskıları yapıldı.
Profesyonel olarak yazan ve benim gibi amatör yazma heveslilerine menajerlik yapan bazı arkadaşlarımın teşvikleriyle yayınlanan yazılarımı “Heybe” ismiyle kitaplaştırdık. Bu basılan kitaplara mevcut ajandaların “soğuk sıkım” ı diyebiliriz.
Bu yazıyı okuyanların duasıyla “Bohça” ve “Kirman” daokuyucularıyla buluşmaya yakın. Biriktirdiğim tecrübelerin benim gibi yazma heveslilerine örnek olması temennilerimle.
Vesselam…
Ustadim kalemine, yüreğine ve ömrüne sağlık sabırsızlıkla yayinlarini ve yazilarini bekliyorum.
Üstadım, eline koluna sağlık. ajanda kullanmanın önemini not tutmanın önemine değinmişsiniz, eskileri iade etmiş oldunuz. Bizim elinizde de çok eskiden beri tuttuğum ajandalar var . nşallah biz de onları elden geçirmeye çalışalım.
Toprağın çatladiği yerden yeşerir nebatat.
Oradan filizlenir , olgunlaşır,meyve verir…
Ordan tat alır tüm kâinat.
Nereden yara alırsa insan,tam o noktadan başlar hissiyat.
Hissiyatlar da büyür,olgunlaşır ,meyve verir zamanla…
Ta ki insan bulsun sürûr u hakikat…
Öyle bulsun ki yerleşsin vücudun,ruhun her zerresine bir damlacık zâriyât…
Yazdığım yazı, size karşı en derin saygı ve sevgilerimle kıymetli hocam:)
Değerli Kardeşim,
Kırk yıla merdiven dayamış bir meslek hayatından sonra emekli oldum şükür. Meslek hayatım boyunca şunu gördüm. Birilerini alır ilmî bilgiler verirsiniz ancak o kişide Allahu Teâlâ’nın bahşettiği irfan yoksa o bilgiler pek de işe yaramıyor. Yani insan okuyup Âlim olabiliyor da irfan sahibi olamıyor. Ayrıca insanlar maalesef tahsil gördükleri mesleklerden ziyade ilgi duydukları mesleklerle iştigal eyliyorlar.
Meslek hayatımda da aynı branştan bir çok meslektaşımın bırakın irfanı, ilimde de yaya kaldığını gördüm. Ha, şunu hep savundum; iyi bir Edebiyat tahsili yapmış olmak asla iyi bir yazar ya da şair olacağınız anlamı taşımıyor. İyi bir teknik direktör iyi spor nasıl yapılırı öğretir de iyi spor yaşamayabilir. Yaşı gereği de yapamaz! Adam DKAB öğretmeni, Felsefe Öğretmeni, Tarih öğretmeni vb ama şahane bir yazar!
Eskiler, “ Okumak, düşünmek, dinlemek dolmak; yazmak, konuşmak boşalmaktır.” Derler. Sizler, Hayatı dolu dolu yaşamış ve tecrübe, bilgi ve birikimlerinizi yazıya dökmüşsünüz ne mutlu! Rabbim, yâr ve yardımcınız olsun…
Bahsettiğiniz mektuplardan benim payıma da düştü. İnşâallah yazdıklarınızla bir gün tanışmak ve istifade etmek nasip olur…