Heidel’in Enuma Eliş’in önsözünde öykünün bir özetini yapmıştır. Buna göre, tanrıların öyküsü ezelde ve evvelde var olan Apsû ve Ti’âmat oğulları Mummu ile başlar. Bu üçlü tatlı ve tuzlu su okyanusları ile bunların üzerinde yükselen buğu ya da buharı temsil eder. Varoluş ve yaratım geleneksel toplumlarda hep suyla ilişkilendirilmiştir. Su azizdir. Her şey sudan var edilmiştir. Burada özgün nitelikleri ile suyun, asla bilinip kavranamayacak olan ezeldeki ahvalin anlatımında yaratıcı işleve işaret etmek üzere seçilmesi oldukça anlamlıdır. Su, insan için hayatın kaynağı ve devamlılığını sağlayan en önemli unsurdur. Bu nedenle her şeyin başlangıcının temsili olarak öğretilecektir. Yaratılışın temelinde yer alan bu üçlünün etkileşimi ile “daha sonra evrenin yapısında kullanılacak bütün öğeleri içeren uçsuz bucaksız ve belirlenmemiş bir kütle” ortaya çıkar.
Daha sonra tanrılar ortaya çıkar analar, babalar, oğullar ve kızların temsilinde. Burada yaratımın başlangıç evrelerinde tanrıların ortaya çıkışı ile insanların türeyişi arasındaki benzerlik açıktır. İnsanlar da ana ve babanın bir araya gelmesiyle ortaya çıkarlar kızlar ve oğlanlar biçiminde ve bunların, bilinemeyecek kadar eski zamanlara, uzak geçmişe kadar giden atalar zincirleri vardır.Kolaylıkla, tanrıların bu ortaya çıkışının, insanlar tarafından kendilerinin hayatlarına benzer bir şekilde hikaye edildiği hatta modernce bir bakışla uydurulduğu düşünülebilir. Fakat insanların türeyişinin, bu ezeldeki yaratımın bir tekrarı olmasına ilişkin hakikat de unutulmamalıdır.
Bu anlatımdaki, eğitim ve terbiye bahsinde, asıl önemli olan nokta insanın varoluş serüveni ile evrenin varoluşu arasındaki ilişki ve etkileşimdir. Bu ilişki ve etkileşim, ezelden ebede seyreden bir özün tezahüründen başka bir şey değildir. En eski zamanlarda ilkel olarak tanımlandıkları dönemlerde bile insanlar, tabiatı, insanı ve gökleri bir bütün halinde anlamışlardır. Her varlıkta bir canlılık görülmesi, bir anlam atfedilmesi bundandır. İnsan ve tabiat, göklerin evladı ve kardeşidir. Ağaç ve insan, su ve toprak kardeştir. Aralarındaki hukuk bir kardeşlik hukukudur. Sonradan tahrif edilerek şekilci bir nesne tapınıcılığına dönüşen ve modern zamanların antropologca bakışında ilkel animizm gibi bir takım inanışlar kapsamında kavranabilen bu kardeşlik hukuku nesilden nesile öğretilegelmiştir. Efsaneler ve masallar, kutsal metinler, ritüeller bu öğretimin her daim canlılığını koruyan zeminini oluşturmuştur.
Enuma Eliş’teki anlatımda ortaya çıkan genç tanrıların coşkulu, neşeli, gürültücü tavırları diğer tanrıları rahatsız eder ve amansız bir mücadele başlar bu rahatsızlığın giderilebilmesi için. Görüleceği üzere yeni neslin, gençlerin farklılıkları ile yol açtıkları rahatsızlık da insanlar arasındaki olaylarla olabildiğince benzerdir. Gide gele mücadele Marduk’un bilgeliği ve gücü tarafından zafere ulaştırılır. Ti’âmat’ı öldüren Marduk, ondan evreni yaratır. Kargaşa düzene, varoluş sükunete erer. Rahatsızlık çıkaran genç tanrılar cezalandırılır, kontrol altına alınır, bir takım zorlu işler yüklenir üzerlerine evrenin düzeni ile ilgili olarak. Daha sonra affa uğrarlar ve onlara yüklenen bu işleri görmek ve tanrılara hizmet etmek üzere “insan” yaratılır. Bu ezelî anlatımda insan yeri ve görevi böylece vurgulanır; Tanrıların hizmeti. İnsan, tanrıdan gelir ve tanrı içindir. İsyan eden ve rahatszılığın kaynağı olan tanrıların lideri konumundaki Kingu’nun ceza olarak atar damarının kesilmesiyle insan, onun kanı ve çamurun karılmasıylayaratılır. “Tanrının kanı ve çamur”, gök ve yer ya da başka geleneklerde Tanrı’nın nefesi ve toprak; insanın o bilinemez, kavranamaz, çelişkilerle dolu ve yüce özünü daha iyi ne anlatabilirdi.
Anunnaki’ler Marduk’un eliyle özgürlüğe kavuştuklarından ve evrenin yaratımıyla ortaya çıkan düzenden dolayı şükranlarını sunmak üzere Babil’i ve oradaki büyük tapınağı inşa ederler. Marduk’un, bilgeliğini ve kudretini ifade eden elli adı zikredilir. Bu tapınak, Tanrının evidir ve insanlar için de kutsal bir bağlantı noktası olarak saygı görecektir. Heidel’in belirttiği üzere Enuma Eliş destanı, “insanları, kendileri için her şey yolunda gitsin diye, bu adları inceleyip öğrenmeye, bellekte tutmaya ve Marduk’un saltanatında sevinip mutlu olmaya teşvik eden bir sondeyişle bitmektedir”. İnsanlar artık, nereden gelip nereye gittiklerini öğrenmek ve unutmamak ve aynı zamanda bu yaratımın sürekli bir şekilde tekrarlanması için bu destanı okuyacak ve Marduk’un elli adını zikredecektir.
Bizatihi Enuna Eliş’te denildiği üzere tanrıların hallerini anlamak pek mümkün değildir. “İnsan zihnine göre değil, bakılması bile zor”dur. Yine de insana göre anlatılmıştır anlatılması gereken. Modern zamanlarda güya herşeyin bilimsel bir yoldan açıklanmasıyla bütün bir evren büyüsünü kaybettiği için insan anlayışını aşan şeyler bize artık pek tuhaf görünmektedir.
Eskilerin çocuksu masalları işte. En fazlaca edebiyatın ya da antropolojinin profesyonel bir ilgisine mazhar olabilir. Oysa yaşanagelen tahrif edilmiş eğitimin, karşı-öğretimin sonuçları açık seçiktir. Bu yaratılış destanları okunup bellenmediği, usulüne uygun zikredilmediği ve böylece yaratıcı işlev ve düzen tekrarlanamadığı için insan soyu ve kardeşi tabiat tehdit altındadır kim bilir?
Oysa binlerce yıl önce Enuma Eliş’te denilmişti
“ata tekrarlasın, oğullarına da öğretsin”
Ancak artık başka şeyler öğretiyoruz.
Son birkaç yüzyıldır büyüyü, efsaneyi, inanışı alt eden “açıklamacı” zihniyetin dünyaya ve insana ne yapıp ettiği ortadadır. Denge giderek bozulmuş, iklimler karışmış, su ve hava kirlenmiş, herkes doyumsuz bir tüketimciliğin pençesinde serhoş olmuş, teknolojik oyuncaklarıyla insanlar görülmemiş savaşlar ve katliamlar çıkarmıştır. Bu yaşanan kargaşının da destanda anlatılan o ezelî, tanrısal ve yaratıcı çatışmayla hiçbir ilgisi olmasa gerektir. Aksine bu yıkıcı ve yok edici bir çatışmadır, pek insanca bir çatışma. Dahası birkaç yüzyıldır tahrif edilmiş eğitimimizle bu yıkıcı süreci bir “ilerleme” ve “özgürleşme” olarak öğretiyoruz.