Daha önceki yazılarda; “Eğitim, edep ve erkan üzere yaşayabilme yetisinin kazanılabilmesini temin eden sürektir” ve bu “töreli eğitim”dir demiştik. Burada eğitimin ilk ve en temel meselesi insanın nereden gelip nereye gittiğidir ve esasen nereden gelindiğidir çünkü son, başta içerilmiştir. Güncel dünya görüşünün çoktan yok sayıp unuttuğu hakikat insanın bir kaynağı, özü ve hayatına gaye bahşeden bir başlangıcının olmasıdır. İnsanlığın yeryüzündeki serüveninin bu olabildiğince geç devresinde, sona bunca yaklaşmışken başlangıcı en azından hatırlamaya muhtacız. Bu hatırlatma görevini önemsemeyen hiçbir çaba eğitime ve terbiyeye dair olamayacaktır.
Devrenin sonunda, Hindu geleneğinin Manvantara dediği büyük çevrimin son demlerinde, bu ahir zamanlarda doğal olarak kafalar karışıktır. Bununla birlikte uzun bir hayatın sonunda geçmişini düşünüp duran yaşlı bir insan gibi muhasebe yapmanın da tam zamanıdır. Yeniden nereden geldiğimizi anlatan en eski hikayeleri kendimizi anlatmamız gerekiyor bu muhasebeye başlayabilmek için.
Şimdi hemen zihnimizde, bu eski meselenin çoktan çözülüp gündemden çıktığı fikri dile gelecektir. Birkaç yüzyıldır yaşadığımız tecrübe zaten bilimci bir bakışla bu sırrı çözüp bir kenara koymuşken yeniden eskinin masallarını hatırlamanın ne gereği olacaktır. Büyüsü bozlumuş bir dünyaya yeniden büyülü gözlerle bakmak ne aptalca olacaktır. Eskilerin masalları, edebiyata ve olsa olsa sanat tarihi ya da antropolojiye hapsedilmişken hele ki eğitimde yeniden bunlara yer vermek ne işe yarayacaktır?
Cevap açık seçiktir; hiçbir işe yaramayacaktır böyle bir eğitim. “İşe yararlık” zaten modern zamanların efsunu gibidir. “Bu öğretilen hayatta ne işimize yarayacak?” sorusu yıllarca müfredatın aşama aşama ayıklanmasının haklı bir bahanesi olarak kullanıldı. Bu “gerçek” hayat denilen koşturmacada hiçbir işimize yaramayacak ancak bir insana dönüşme ve insan kalabilme bağlamında çokça anlam ifade eden şeyler vardır. Nereden gelip nereye gittiğimizi binlerce yıldır atalarımızın kulaklarına büyülü kelimelerle fısıldayan efsaneler, destanlar, kutsal metinler işte bu şeylerdendir.
Enuma Eliş, en eski yaratılış destanlarından biridir. Babil yaratılış destanı bu kelimelerle başlar, enuma eliş yani “yukarıdayken”. Bu efsanevî anlatımların bize ilk öğrettiği ve modern zamanlarda bilimci indirgemecilikle unutturulmaya çalışılan en önemli şey belki de budur; varlığımızın kaynağının ilkece “yukarı”da oluşu ve bizim “en aşağı”da yaşıyor oluşumuz. Bu gidilecek yolu ve dolayısıyla terbiye eliyle tekâmülün seyrini de anlatıyor bize. Gök ile yer arasındaki ilişki ve etkileşim.
Baudrillard’ın, dünyanın yuvarlak oluşunun keşfedilmesinden bu yana yeryüzünde artık yolculuğa başlanılan noktadan uzağa gidişin imkansızlaştığı çünkü küre üzerinde hareketin aynı zamanda ters taraftan başlangıç noktasına yaklaşmak anlamına geldiği yönündeki saptaması aklımıza gelmeli bu noktada. Bilimci keşifler dünyayı “aşağıdaki yer” olmaktan, gökleri de “yukarıdaki tanrıların mekânı” olmaktan kurtarmıştır (!). Sonsuz ve anlamsız bir boşluk yerküreyi de saran uzayıp giden uzay, orası artık “yukarı” değildir. Dünya da artık, isminin çağrıştırdığı üzere aşağıda olan değil, sonsuz boşluk içindeki sayısız küreciklerden biri ki adı bile anılmaya değmez bu küçüklüğünden ötürü, uzayın büyüklüğü ve sonsuzluğu içinde. Uzayın sonsuzluğu ve büyüklüğü keşfedildikçe insanın küçüklüğü ve anlamsızlığı pekişiyor birilerinin dediği gibi. Oysa en eski masalların, efasenelerin ve destanların bize öğrettiğine göre Tanrı ve insan, gök ve yer, ilkece yapılmış ayrımlar ve birbirini içinde barındıran yaratıcı kategorilerdir. Bilimcilerin zannettiği gibi en eski zamanlarda insana dönüşmeye başlayan varlıkların doğal korkularının ürünü değildir bu kategoriler. İlkel sanılan insanların düşünüş kapasitesini çokça aşan bir anlayışa işaret eder bu adlandırmalar. İnsana, ilkece verilmiş öze ait bir irfanın yansımaları belki de. Bu irfan öz olarak ve bütüncül manada hep aynıdır ve vardır. Ancak insanlığın yeryüzü koşullarında belirli tekâmül aşamalarını geçmesi ve olgunlaşması öngörülmüştür. Bu tekâmül süreci boyunca bu irfan farklı seviye ve nitelikte tezahür eder. Bütün eski medeniyetlerdeki, masal ve efsane ya da kutsal metinlerdeki ortak temalar, konular, anlatımlar ve hatta
isimler bu ortak kaynağın ve özün eseridir. Yoksa birbirinden bütünüyle bağımsız kültürlerin ötekinden aşırdıkları şeyler hiç değildir.
Yukarda değirmi gök daha adsızken
Altta yağız yer ad almamışken
Onları doğurtan ilk öncel Apsu
Mummu ve Tiamat, hepsini doğuran
Hâlâ sularını ayırmamışken…
Diye başlar en eski yaratılış destanı niteliğindeki Babil Yaratılış Destanı. Gök ve yer arasındaki bağ insanın da varoluş içindeki konumunu ve seyrini belirlemektedir. Eski bilgeliklerin pek çoğunda vurgulanan önceye ait bir kaos hali yaratılıştan evvelki durumu anlatır genelde. Bu kaos bir karmaşa ya da kargaşa durumunu değil tabiri caiz ise potansiyellerin denizini betimler gibidir. Bu Apsu’dur. Burada sonradan ab yani su anlamında birçok dile geçen ap kelimesi ve yerin yani insan yaşamının altındaki okyanus anlamı dikkat çekicidir. Asıl olan bu denizdir ve bize düzen olarak görünen sonraki yaratım ise “geçici”dir ve “asıl”a kıyasla bir “rüya”dır. Bir amacı vardır bu geçici rüyanın, insanın terbiye sürecini de bu amaç şekillendirecektir. Yaratılış öyküsü eski medeniyetlerde sadece uzak bir geçmişin anlatımı olarak ele alınmaz aksine her an devam eden bir yaratılışı simgelemek üzere çeşitli ritüel ve ibadetlerde tekrarlanır. Yaratılış olup biten bir şey değil olmakta olan bir şeydir. Bu yönüyle yaratılışın sürekli tekrarı bir eğitim ve terbiye işlevi de görür.
Enuma Eliş de önce “yukarı”daki tanrıların mücadelesi bağlamında uzayın, göklerin ve yerin ortaya çıkışı anlatılır. Buradaki ortaya çıkışın “anlamca” olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Yoksa bu metinlerde bilimci bir bakışla doğal olayların seyrini aramak beyhude bir çaba olacaktır. Ardından çatışmanın müsebbibi olan Kingu’ya ceza verilir, kanından insan soyu yaratılır “tanrılara hizmet etmek” sorumluluğuyla. Yerde bir kutsal mekân var kılınır ve tanrı temsilcisi rahipler insanlar için rehber olarak tayin edilir. Yerde de gökteki gibi olacaktır herşey.
Masallar ve efsanelerde anlatım, insanın dilinden ve bakışından yapılır ve bu kimilerince olabilidiğince yanlış yorumlanmış ve bütün bu anlatımlara sadece insan zihninin ürünü hayaller olarak bakılmıştır. Ancak anlatımın insanın dili ve gözünden oluşunun nedeni anlatımın insan için aynı zamanbir eğitim aracı oluşundandır. İnsanın sınırlılıklarının ötesindeki hakikatler, insanın sınırlı dünyasında, zihninden ve dilinde ifade edilmelidir. Bu durum simgesel anlatımı gerekli kılmaktadır. Bu efsanelerin ya da kutsal metinlerin yaşamak zorunda olduğu bir bozulmadır bir anlamda da. Hakikat dile getirildiğinde, o zaman diliminde ve insanın dilinde sınırlandırılmış olur. Bu sınırların ötesindeki sırları keşfetmeye çalışmak da tekâmülün ve terbiyenin dolayısıyla eğitimin temel gayelerinden biridir.