Martin Luther King “sadece özgür olma hakkına sahip değiliz, özgür olma görevimiz de var” demişti. Bu vurgu çok önemli ve anlamlı. Bir hakka sahip olmanın, olabilmenin aynı zamanda bir sorumluluğu beraberinde getirdiğini hatta bunu öncelediğini kestiremiyoruz maalesef çoğu zaman. Bu yüzden bir şeyin hakkımız olduğunu belirtiriz ancak istediğimiz şeyin ne olduğunu ve onu elde etmek için ne tür mücadele etmemiz gerektiğini çok dert etmeyiz. Çünkü hakkımızı istemenin yeterli olduğuna dair konformist bir vaziyetimiz var. Örneğin eğitim hakkımız var, eğitim hakkımızın engellenmesini kabul etmiyoruz. Tersine bu hakkımızın önündeki engellerin kaldırılmasını istiyoruz. Şüphesiz çok haklı bir istek bu. Ancak meselenin burada bittiğini düşünen veya bu şekilde davranan yaklaşımda problem var. Zira eğitim hakkımızın varlığı ve ifadesi bu hakkın neye karşılık geldiğini ve bunun nasıl karşılanacağını ilişkin bize bir şey söylemiyor. Eğitim hakkımızın varlığını belirttiğimizde hakkımız olan şeyin ne olduğunu, içeriğinin hangi bileşenlerden müteşekkil olduğunu, işleyişinin nasıl olacağını, kimlerin ne şekilde rol üstleneceğini, içinde yer aldığı genel ekosistemin hangi hassasiyetler ve parametreler doğrultusunda bir yapılanma talep ettiğini belirtmiş olmuyoruz. Bu hakkın içeriğinin ne olacağı, mevcut koşullar içerisinde nasıl bir görünüme sahip olacağı gibi hayati hususların buharlaştırıldığı bir varoluş biçiminin egemen olduğu bir devirde hayat sürüyoruz.
Herkesin haklara sahip olduğunu belirttiği ancak kimsenin de hakkını aldığını hissetmediği, düşünmediği bir garip vaziyetinde pençesindeyiz. Eğitim üzerinden devam edelim. Eğitime erişim olanağı bugün ülkemizde problem olmaktan çıktı denilebilir rahatlıkla. Toplumun tüm kesimlerinin temel eğitime biçimsel olarak erişiminde bir engelden bahsetmek neredeyse mümkün değil. Eğitim sisteminin içerisinde, eğitim hakkına sahip görünüyor herkes. Ancak gerçekten de böyle mi? Bu açıdan bakıp işlerin yolunda olduğunu söyleyebilir miyiz? Ülkemizde eğitim hakkının yerli yerinde olduğundan, insanlarımızın bu hakkı layıkıyla kullandıklarından, kullanabildiklerinden bahsedebilir miyiz? Eğitim hakkının karşılanması için yürütülen faaliyetin dayandırıldığı yasal mevzuat, yerleşik ilişki, akredite edilen içerik, zaman planlaması, mekân tasarımı, bütün bu faaliyetin içinde gerçekleştiği toplumsal gerçeklik makul ve meşru görülebilir mi? Toplumun eğitim hakkına eriştiğinden, bu anlamda bir problem olmadığından bahsedebilir miyiz?
Açık konuşmak gerekirse kamuoyunun gündemine baktığımızda ülkemizde eğitim hakkına ilişkin anlamlı bir tartışmanın yürütüldüğünü söylemek mümkün değil. Toplumumuz da toplumumuzun sivil yapıları ve kanaat önderleri de eğitim hakkına dair ifadelerini bu hakkın karşılanması için yeterli bir adım olarak değerlendiriyorlar. Yaşadığımız derin ekonomik krizden dolayı mali ve özlük duruma ilişkin yer yer bazı homurtular dillendiriliyor olsa da eğitim hakkının açılımına, bu hakkım bütün hususiyetleriyle hayata geçmesi için ne bir konuşmanın ne bir talebin ne de bir tartışmanın yürütüldüğünü söyleyebiliriz. Yer yer tarihin önceki dönemlerinden bugüne uzanan ideolojik-politik karşıtlıkla ilgili bildik klişelerin dillendirildiği bir sataşma hâli yaşamıyor değiliz. Ancak bu durum ihtiyaç duyduğumuz hususun bir yansıması olmaktan ziyade ihtiyacımızı gölgeleyen manipülatif vaziyetiyle hayatımızda sahne alıyor.
Vazifemizin, sorumluluğumuzun performatif olduğunu, teorik ve pratik bir eylemlilik talep ettiğini ve çok daha önemlisi bu vazifenin, sorumluluğun delege edilemez nitelikte olduğunu fark etmiyoruz açıkçası. O yüzden sadece devletle değil her tür yapıyla kurduğumuz ilişki bir tür vesayet ilişkisi oluyor. Sadece tahakküm arzusunda olanların üzerimizde tesis ettiği bir iktidardan bahsetmiyoruz. Aynı zamanda tahakküm ilişkisinde bir varoluşu en risksiz ve dolayısıyla güvenlikli varoluş biçimi olarak içselleştiren yaralı bir bünyeden de bahsetmemiz gerekiyor. Böyle olunca hakkını talep eden ancak talep ettiğin hakkın ne olduğunu ve neye karşılık geldiğini bilmeyen sıra dışı bir hayat karşımıza çıkıyor. Eğitim hakkını talep ederken bu talebe karşılık verilen şeyin ne olduğunu bilmeyen Türkiye’deki bizler gibi. Şahin Uçar Hoca’nın bizi karşı karşıya bıraktığı şu çarpıcı tespitle bitirelim: “Vesayetten kurtulmak isteyen rüştünü ispat etsin!”
Abdulbaki Değer