Söylesek faydası yok, sussak gönlümüz razı gelmiyor gerçekten. Ülkemizde özellikle eğitim alanı tam da bunun müşahhas bir örneği. Okumalarımız, çözümlemelerimiz, alternatif, eleştirel değerlendirmelerimiz dile geliyor gibi görünüyor. Ancak, nasıl oluyorsa, dönüp dolaşıp yürürlükteki sistemi aynıyla muhafaza etmeyi başarıyoruz. Eleştirdiğimiz, yürütülmesinden muzdarip olduğumuz pek çok uygulamayı kendi elimizle hayata geçiriyoruz veya hayata geçirilmiş uygulamayı sahiplenmekte, müdafaa ederek sürdürmekte bir beis görmüyoruz.
Bunun görebildiğim kadarıyla üç temel problemden kaynaklandığını söylemek gerekiyor. Birincisi atalet. Alanı çok dert ediniyormuşuz gibi davrandığımıza bakmayın. Dert ediniyor görünmek, bu minvalde bir dil oluşturup kullanmak gerçekten öyle olduğumuza delalet etmiyor. Bu bir varoluş tarzı. Hayatla kurduğumuz ilişki böyle. Dert ediniyormuşuz gibi bir hava oluşturmak istiyoruz ancak zinhar içinde bulunduğumuz, tevarüs edegelen hayat tarzını, yerleşik ilişkiyi, bu ilişkiye hayat veren kabulleri, söylemi değiştirmek istemiyoruz. Değiştirmek istediğimizi biteviye söylüyoruz ancak söylediklerimizle amel ettiğimize dair bir emare yok ortalıkta. O yüzden söylemimiz yaşadığımız hayatla bütünleşik. Çelişik gibi dursa da onun mütemmim cüz’ü. Böyle olunca yürürlüktekinin gerçekten ne olduğunu, neye karşılık geldiğini, bağlantılarının ve imalarının nereye kadar uzandığını görmek pek mümkün olmuyor. Dolayısıyla üretilecek çözümün, ileri sürülecek alternatifin gerçekliği de muhal oluyor. Bilmediğiniz, vakıf olmadığınız bir şeyin neyini değiştireceksiniz, nesine alternatif sunacaksınız? Durum böyle olunca yapıyı, paradigmayı, felsefeyi çözümlemek, konuşmak yerine ideolojik cilayı parlatıp müesses nizama can vermek daha doğrusu yem olmak kaçınılmaz oluyor.
İkincisi, Türkiye’de vaziyetin ne olduğunu bilip bilmezlikten gelen önemli bir kesim var. Bu kesim başına dert açıp büyük bir mücadeleye girişmek yerine sessizliğe verip kariyerini, beklenti ve taleplerine karşılık bulmayı daha önemli görüyor. Türkiye’de eğitimin ideolojik parametrelerini, modern formunu ve dayanaklarını bütün halinde tartışmaya açıp yüzleşmek yerine pragmatik bir konumlanışla kariyerini garantiye almak tercih ediliyor. Bu sadece bizi alternatif bir arayıştan, daha gerekli, önemli ve bugünümüz, yarınlarımız için hayati bir karardan, uygulamadan mahrum bırakmıyor. Aynı zamanda ve çok daha kötüsü bizi taşımaktan aciz, ifsat edici bir uygulamaya mahkum ediyor. Böyle olunca da kendi varlığımız aleyhine çalışan bir uygulamayı kendi elimizle hayata geçirmek gibi bir trajediye kurban gittiğimizi de çok görmüyoruz, görmek istemiyoruz. Yaşanan şey trajik şüphesiz ancak yaşananların hâli en çok da bu durumu yaşayanların içler acısı hâline ayna tutuyor.
Üçüncüsü de, diğer hususlarla bağlantılı şekilde, insan-kişilik kalitemizle ile kamusal-kurumsal ahlaki gelişimimizin eksikliğiyle ilintili. Böyle olunca da herkesin gördüğü, yanlışlığını kabul ettiği, ilginci savunucusu olmayan uygulamalar hayat bulmakta zorlanmıyor. Ne ilkesel ne ahlaki ne de pratik gereksinimlerin meşrulaştırabileceği önlük, mülakat gibi uygulamalar hayatımızda konuşulabilir, savunulabilir, uygulanabilir olarak yer buluyorlar. Bunlar olduğunda ne sivil alanda bir infial ne akademide bir itiraz ne medyada ağırlığı olan bir eleştiri dile geliyor. Kimsenin kimseyi duymadığı, fikri takibin söz konusu olmadığı, işleyişe dair eleştirel bir doğrulamanın, denetimin gerçekleşmediği yerde en anlamsız şeylerin bile hayat bulması çok da zor olmuyor.
Abdulbaki Değer