Yükseköğretim kurumlarına sanırım mecazen üniversite diyoruz.
Kimimiz batı aleminin “universitas”ına bağlıyor kimimiz medresenin modernize bir türü kabul edip avunuyor.
İdeal bakımından üniversitenin hakiki köklerini Eflatun’un “Akadimiya”sında, onun mirasını kendince sürdüren, Müslümanların altın çağının medreselerinde ve elbette Humboldt’un “univeristät”inde bulabiliriz. Ancak ve ancak günümüzde bu bahsedilenlerden çok uzakta bir yerlerdeyiz.
Çağdaş Küresel Medeniyetin bu evresinde üniversite, geldiği noktada bir tür zombiyi andırmaktadır. Yukarıda saydığımız köken örneklerinden izler taşısa ve canlıymış gibi görünse de üniversite çoktan ölmüştür.
Nitelikli işgücü yetiştirmek, piyasanın taleplerini karşılamak ve çağdaş küresel medeniyetin ideolojisini benimsetmekle varlığını sınırlandırmış olan bugünkü yükseköğretim kurumları birer yüksek meslek okulu, ön-fabrika olmaktan başka bir şey olamamayı kaderleştirmiştir. Artık söz konusu olan bir akademi değil düpedüz bir “işletme”dir. Verimlilik araçları ve tüketim odakları mahiyetindeki kişilikler üreten bir işletme.
Bu kader üniversitenin yönetimini de şekillendirmiştir. Başlıktaki soruya gelelim. Akadimiyayı Eflatun yönetiyordu, Nizamiye medresesinde Ebû İshak eş-Şîrâzî ya da Gazzâlî vardı. Universität deyince von Humboldt akla gelecektir. Şimdiki üniversiteyi kim yönetiyor sorusunun cevabı ise bizi bir isme götürmekten çok bir “bakış”a götürecektir. Bu bakış, piyasa mantığıyla örülmüş, tüketim toplumunun ruhuyla şekillenmiş, Machiavelli’nin zihniyetini, Taylorist yönetimin karakterini yansıtan bir bakıştır. Siyasi duruşu, dünya görüşü ne olursa olsun karşımızda bir üniversite yöneticisinden çok bir fabrikatör, bir işletmeci bulunmaktadır artık.
Bugünün üniversitesinin yöneticisi, “işletme hastalığı”ndan muzdarip ama bunu hiç de umursamayan bir “tavır”dır. De Gaulejac’ın deyimiyle “düşüşten önceki cennet” mitosuna atıf yapan kalite, verimlilik, performans gibi araçlarla işleri çekip çeviren bir simyacıdır faaliyette olan. Simyacı madenleri altına çevirmenin yolunu arayıp dururdu. Esasen bu insanın tekamülünün bir remizi olsa da zahiren alanlar için bütünüyle maddi bir arayıştı. Günümüzün üniversitesini yöneten tavır da öğrenciyi, akademisyeni, diğer çalışanları dönüştürmektedir ne çare ki bütünüyle maddi bir düzlemde ve nicelleştirilmiş performansçı bir rekabet içinde.
Üniversiteler, özellikle de şu moda olan kalite anlayışı ve uygulamaları bağlamında nicel olarak ifade edilmiş kotaları yakalayabilme ve aşabilme derdiyle çırpınıp durmaktadır. Yine de bu çırpınma bir yükselme çabası olarak sunulmaktadır. Yıl sonuna kadar şu kadar araba satmakla yükümlü bir bayii ya da yaptığı ameliyat ve yaptırdığı tahlil sayısının belirlediği performansına göre ücret alan özel hastane doktorları gibi akademyadaki herkes. Kaç makale yayınladın, kaç atıf aldın, kaç bölüm yazdın, kaç saat kaç dakika derse girdin, sürekli bir sayma, saydırma ve sıralama hali. Bu ahval, akademisyeni de fabrikasyon bir çalışma sürecine mahkum etmektedir. Bilişim teknolojilerinin de verdiği kabiliyetlerle bu sayma ve saydırma işleri ciddi bir “gözetim yönetimi” de doğurmuştur. Bütün bu çırpınışlar online olarak sihirli bir şekilde gerçekleştirilebilmektedir.
Bir kurumun yönetiminde, alınacak kararlarda o kurumun üyelerinin anlamlı bir rolünün olması da bu süreç tarafından engellenmektedir. Üniversitenin performans kotalı işgörenleri durumundaki akademisyenler, üniversitenin yönetiminin aktif ve anlamlı katılımcıları olmaktan çok üretim sürecinin yükümlüleri olarak ancak işlevsel bir unsur konumundadırlar. Kalite standartları ve kotalar ise düşünmekten sorumlu olan elitlerce belirlenmiştir. Bu durumda işgörene düşen işini yapmak, üretmektir. Bunu yüz yıldan fazla bir zaman önce Taylor söylemişti, “siz işinizi yapın düşünmek için para alan başkaları var” diyerek.
Bu noktada kimimizin aklına tüm bu süreçlerin katılımcı bir şekilde belirlendiği fikri de gelebilir ancak unutulmamalıdır ki bu katılım süreçleri de piyasacı, işletme hastalıklı zihniyet tarafından tahrif edilmekte ve göstermelik bir seviyeye indirgenmektedir.
Üniversite bir işletme olunca, çalışanları da işletmeci tarafından verimliliği artıracak ölçütlere göre “insan kaynakları” marifetiyle seçilen bir grup işgören olabilmektedir. Hakikat arayışının en yüksek seviyesindeki bir bilim merkezi olarak sahih bir üniversitenin kadrosu ise hakikat arayışındaki enetellektüel gücü, üreticiliği, çeşitliliği, farklılıkları yansıtan bir insani birikim olmalıdır. Dahası bunun yerine güçlü bir bizcilik her yeri sarmış durumda. Bu bizcilik çoğu zaman bir dünya görüşü ya da siyasi görüşle de sınırlı kalmamakta mesela hemşehrilik boyutunda bile kendini gösterebilmektedir.
İnsan ilişkileri, örgütsel adalet, kurum ve üyeleri arasındaki karşılıklı haklar ve sorumluluklar bir kurum bir örgüt olarak üniversitelerde anlamlıca bir yer bulamamaktadır. Bunların sayısallaştırılabilecek performans kriterleriyle ilgisi olmadığı açıktır.
Ve fakat, bir medeniyet tasavvuru fikrinden hareket edildiğinde, küresel sisteme kendimize özgü bir cevap verme gayesi güdüldüğünde; bize ve medeniyetimize, bizi biz yapan herşeye kökten yabancı olan şu piyasacılıktan, performansçılıktan, nicelleştirmelerden, işletmecilikten kökten uzak, hakiki anlamda insanı merkezine alan bir üniversitemiz olabilmelidir ve olabilir de.
Verimli bir makineye benzemeye çalışmayan, pek insanca bir üniversite…