Burada üniversitenin tarihimizdeki gelişiminin kilometre taşlarına çok kısaca değineceğiz. İlk medreseler; Selçuklularda Nişabur’da (1040), Karahanlılar döneminde Semerkant’ta (1065), Selçuklularda Bağdat’ta Nizamiye medreseleri (1067), Osmanlılarda İznik (1330), Fatih (1471), Süleymaniye (1559) medreseleridir (Ataünal,1993). Osmanlı modernleşme döneminin başında, Mühendishane-i Bahri-i Hümayun (1773), Mühendishane-i Berri-i Hümayun (1793) açılmıştır. Tanzimat döneminde 1863’te I. Darülfünun, 1870’de II. Darülfünun,1874’te III. Darülfünun, 1900’de IV. Darülfünun ve 1908’de V. Darülfünun açılmıştır. V. Darülfünunun adı 1912’de İstanbul Darülfünunu olarak değiştirilmiştir.
1933 üniversite reformu ile İstanbul Darülfünunu ilga edilmiş, İstanbul Üniversitesi kurulmuştur. Bu reform yapısı ve akademik unvanlar da dahil olmak üzere üniversite Batı’dan olduğu gibi transfer edilmiştir. 1946’da ikinci üniversite reformu, 1960’ta ve 1973’de de üniversitede düzenlemeleri yapılmıştır. 1981’de 2547 Sayılı Yükseköğretim Kanunu (YÖK) ile üniversitede en önemli reform yapılmıştır. Bu yasa ile Yükseköğretim Kurulu (YÖK) kurulmuş, yükseköğretim merkezi bir sisteme kavuşmuştur. 1981’den beri 2547 Sayılı Kanun’da çok sayıda değişiklik yapılmasına ve eleştirilere konu olmasına rağmen, 1933’ten beri en uzun yaşayan ve omurgası ayakta duran bir reformdur.
Tanzimat dönemi içinde (1863-1908 arasında) 5 defa Darülfünun (I.,II., III:, IV., V. Darülfunun) kurulup ve bir süre sonra kapanmış olması; Cumhuriyet döneminde de 5 defa reform veya düzenleme (1933, 1946, 1960, 1973, 1981/ 33, 46, 81 reform; 60,73 düzenleme olarak nitelendirilmektedir) yapılmış olması neye işaret eder? (a) Problem doğru teşhis edilememiş olabilir? (b) Çözüm doğru olmayabilir? (c) Uygulama doğru yapılmamış olabilir?
Bize göre Tanzimat ile başlayan Batıya yöneliş, kendinden vazgeçiş ve nihayet bütünüyle batılı olmak tutumu dolayısıyla çözümsüzlüğe giden bir vadiye girilmiş olmasıdır. Bu yüzden problemin bütün detayları ile ortaya konulması ve çözümü için üzerinde çok çalışılması gerekmektedir. Medeniyetimizi kavramış olan akademisyenlerin, aydınların, düşünürlerin, filozofların çözüm araması gereken kronik hale gelmiş hayati bir konudur. Eğitim sistemi ve üniversite sistemi, toplumun tarihi-sosyolojik durumuna, kültürüne ruhuna kısacası medeniyetine nüfuz edilmeden tasarlanamaz. Bu çalışmanın medeniyetimizin bütün alanları için söylenebileceğine işaret etmek gerekir. Ancak burada üniversite bağlamıyla sınırlı olarak konuyu ele alıyoruz.
Avrupa yükseköğretim alanı yaratmayı öngören “Bologna Süreci” adı, Avrupanın ilk üniversitesi olan Bologna Üniversitesine izafeten verilmiştir. Bologna süreci; bir Avraupa Yükseköğretim sistemi kurmayı amaçlamaktadır. Avrupada ülkeleri arasında ortak yükseköğretim programları, Avrupa Kredi Transfer Sistemi (AKTS/ECTS) adı verilen referans not sistemi, yükseköğretim kurumları arasında öğrenci ve öğretim elemanı hareketliliği gibi hedefler belirleyerek ortak bir Avrupa Yükseköğretim Alanı/AYA (European Higher Education Area/EHEA) kurmaya çalışmaktadır.
Avrupa’da ortak bir yükseköğretim alanı yaratma fikri, 1998 yılında Fransa, İtalya, Almanya ve İngiltere Eğitim Bakanlarının Sorbonne’da yaptıkları toplantı sonunda yayımlanan Sorbonne Bildirisi ile ortaya çıkmıştır. Ancak, Bologna Süreci resmi olarak 1999 yılında Bologna Bildirisi’nin 29 Avrupa ülkesinin yükseköğretimden sorumlu Bakanları tarafından imzalanması ve yayımlanması ile başlamıştır. Günümüzde, Türkiye de dahil olmak üzere bu sürece 49 ülke dahil olmuştur.
Bu sürecin dayandığı temel fikir, Avrupa ülkelerinin tek başlarına Amerika’nın ve Çin’in insan yetiştirme, bilim ve teknoloji üretme kapasitesiyle rekabet edebilmesinin mümkün olmadığının farkedilmesine dayanır. Avrupa Birliği, Avrupa ülkelerinin tek devlet haline gelerek varlığını sürdürebileceğini öngörmektedir. Temelleri 1950’lerde atılan bu fikir İngiltere’nin birlikten ayrılması ile şimdiden dağılma işaretleri verdiği şeklinde yorumlar yapılmaktadır.
Bologna sürecinde de benzer bir pörsüme süreci gözlenmektedir. Başlangıçta öğrenme kazanımları (learning outcomes) gibi parlak fikirler ortaya konulmuş olsa da bir çok kavramın tanımında sorunlar bulunmaktadır. Örneğin AKTS /ECTS (Avrupa Kredi Transfer Sistemi/ European Credit Transfer System) tanımı 25-30 saatlik bir çalışma yükü (work load) olarak tanımlanmıştır. Söz konusu 25-30 saatlik çalışma yükünün belirlendiği hangi düzeydeki öğrenci(ler)dir. Öğrencinin kaç saat çalıştığı ne kadar güvenilir olarak belirlenebilir? Eğitim-öğretimin en önemli temel kavramı olan kredinin ölçülmesindeki bulanıklık, sistemi güvenilir olmaktan çıkarmaktadır. Müfredattaki ders saatine dayalı geleneksel kredi tanımı daha net idi. 14 ila 16 haftalık bir dönemde haftada bir saatlik dersin kredisi, 1 kredi olarak tanımlanmıştı. Üniversitelerimizin bir çoğunda AKTS kredisi için çalışma yükünün belirlenmesi konusunda bir çalışma yapma yoluna bile gidilmemiş, mevcut krediler bir katsayı ile çarpılarak, örneğin 1.5 ile çarpılarak, her dönem için toplam 30 krediye denk getirilmiştir. Böyle bir yola gidilmesinde, Batıdan gelen için “senden gelen hoştur bana” önyargısının yanı sıra, kredi tanımdaki belirsizliğin de rolü olduğunu düşünüyorum.
Burada, Bologna Sürecine dair terimlerin çevirilerinde de yapılan hataları tartışmayacağız, işaret etmekle yetineceğiz. Bologna Sürecindeki karar vericiler, sürece katılan paydaşlar, yani üniversiteler, bu sorunlara çözüm üretmeleri beklenir. Amaç, imkanları optimum ölçülerde kullanarak, yüksek vasıflı insan yetiştiren, bilim ve teknoloji üreten sürdürülebilir, kaliteli, Dünya ölçüsünde bir yükseköğretim sistemi kurmak olmalıdır.
İtalyadaki Bologna Üniversitesi’nden sonra, 12. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan Avrupa üniversitelerinin kökleri Antik Çağın eğitim sistemine kadar uzanır. Platon (M.Ö. 427-347) ile Pythagoras’ın (M.Ö.580-500) izleyicilerinin eğitim sisteminin merkezinde, ve Orta Çağ üniversite geleneğinin temelinde, 7 edebi ve beşerî bilim (Septem Artes libarales/ Seven Liberal Arts)ibe) fikri bulunuyordu. Bu bilimler iki gruba ayrılmaktaydı: Trivium (gramer, hitabet, mantık) ve Quadrivium (geometri, aritmetik. astronomi, müzik). Avrupada 12.yüzyılın sonlarında kurulmaya başlayan Paris Üniversitesi (kuruluşu 1160) ve Oxford (kuruluşu 1167) bu fikri benimsemişlerdi.
13. yüzyılda, üniversitenin bünyesinde dört fakülte bulunuyordu: 1.Edebi ve Beşerî Bilimler, 2.İlahiyat, 3.Hukuk, 4.Tıp Fakültesi. Edebi ve Beşerî Bilimler Fakültesi, hazırlık ve genel eğitim fakültesi olup bugünkü Fen-Edebiyat Fakültesine benziyordu. Diğer fakültelere devam etmek için önce, birkaç yıl süren, Edebi ve Beşeri Bilimler Fakültesini bitirmek gerekmekteydi. Bologna Üniversitesinin tıp eğitimi, şöyleydi: Edebi ve Beşerî Bilimler Fakültesini bitirdikten sonra dört yıl idi. Birinci yıl İbn Sina ve tıp kitabı; ikinci ve üçüncü yıl İbn Rüşd, Galen, Hippocrates okutuluyordu. Dördüncü yılda ise, ilk üç yıl tekrar edilmekteydi. Her gün 4 saat ders yapılmaktaydı. Orta Çağ’da öğrenciler 14 veya 15 yaşlarında üniversiteye başlıyorlardı. (Skirberg, G., Gilje, N., 2004)
Yunan felsefi ve bilimsel mirası, Latin Batı’ya, ustaları ve eğiticileri olan İslam bilginleri vasıtası ile aktarılmıştır. Yunan felsefi ve bilimsel yapıtlarının çevirisi doğrudan Yunancadan değil Arapçadan yapılmıştır. Farabi’nin (870-950). İbn Sina’nın (980-1037), İbn Rüşd’ün (1126-1198) yardımı olmadan Latin Batı, Yunan felsefesini ve bilimini anlayamazdı (Koyre, 2004). İslam bilim ve felsefesinin öncülüğü, modern bilimin doğuşunun başlangıcı kabul edilen, N. Copernicus’un (1473-1543), güneş merkezli evren sistemini ortaya attığı 1543 yılına kadar devam etmiştir. 1543-1687 arası (144 yıl) modern bilimin doğuş dönemi olarak kabul edilmektedir. Bu dönemin sonu Newton’un Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri [Philosophiae Naturalis Principia Mathematica/(Mathematical Principles of Natural Philosphia)] veya kısaca Principia adlı ünlü eserini yayımladığı 1687 yılıdır. Modern bilimin doğuşundan sonra, durum tam tersine dönmüş, İslam Dünyası ile Batı yer değiştirmiştir. Batı bilim, teknoloji ve üniversite sistemi iç içe geçerek, birlikte çok büyük gelişmeler kaydederek öncülüğü ele almış ve halen sürdürmektedir.
Wilhelm von Humboldt (1767-1835), 1810’da Berlin Üniversitesinin kuruluşunda, eğitimin yanı sıra araştırma misyonuna vurgu yapan görüşü üniversitenin araştırma fonksiyonunun öne çıkmasında etkili oldu. Humboldt’un görüşü doğrultusunda yapılandırılan üniversiteler, Humboldt Tipi Üniversite şeklinde nitelendirilir oldu.