Ama o( Erol Güngör) işi önemli ölçüde din adamlarına bağlar: Din adamları hakikati kavrayamamış ve ona göre davranamamışlardır (Güngör, 2011, s. 205). Ulema şu noktayı gözden kaçırmıştır: Din, sosyal bir müessesedir. Onu bu yönüyle düşünmek gerekir, böyle yapmayıp ta onu sadece bir ideoloji olarak ele alınca, hedef diğer bütün ideolojilerin çürütülmesi olarak ortaya konur. Bu da ulemanın bütün gücünü gereksiz bir şekilde tükettiği anlamına gelir.
Problem, Batı’nın da problemidir. Hatta orada daha etkin ve yaygındır. Esas itibariyle problem sanayileşmenin zaruri bir sonucudur. Modern cemiyette ihtisas sahaları hayli gelişmiş, din de bunlardan biri haline gelmiştir. Din, artık bütün toplumu kucaklama imkânına sahip değildir. Bu, insanlığın dramıdır. Pek çok düşünür, mütefekkir, bilim adamı yollar aramaktadır. Bütün bu gayretlerin hedefi insandır. İnsanı esas alıp bütün diğer hususları onun emrine veren bir nizam aranıyor. İslam’ın gayesi de budur. Özünde insan vardır. Ve insan Allah’ın halifesidir. Başka hiçbir sistemde böyle bir anlayış yoktur.
Burada şu söylenebilir: Demek ki açık yahut kapalı olarak insanlık İslam’ı aramaktadır. İnsanlık pek çok buhranlı dönemlerden geçmiş, her seferinde çıkış yolları bulmuştur. İşte din adamlarına burada çok büyük, çok önemli bir vazife düşmektedir. Dünyamızın yeniden kuruluşunda bir mimar gibi çalışmak. Dinin ezeli ve ebedi değerlerinin modern insana nasıl verilebileceği üzerinde kafa yormak, bunun yolunu bulmak. Ulemamız şimdiye kadar bu konuda iki büyük hataya düşmüştür.
Dinin ezeli ve ebedi değerleri soyut değerlerdir. Bunları, soyut değerler olarak düşünmek gerekir. Tarihin herhangi bir çağında belli şartlara göre bu soyut değerlerin bedenlenmiş olduğu, müşahhas kalıpları esas alarak düşünmemek gerekir. Bu ayrımı yapamayanlar, dini müdafaa sadedinde, eskiyi müdafaa etme hatasına düşmüşlerdir. Bu hal, dinin cazibesini kaybetmesine sebep olur.
Bugünkü dünyamızda bizleri rahatsız eden pek çok şey, İslam’ı rahatsız etmez. Modern cemiyeti bilim ve teknolojinin hakimiyeti olarak yorumlayacak olursak, İslam’ın böyle bir dünyaya intibak etmesi için dayandığı esaslardan taviz vermesi gerekmez. Hülasa İslam ilimle çatışmaz, hiçbir ilmi teori de dinin yerine geçemez. Teoriler, olaylar dünyasına düzen vermek için kurulur ve niçinini değil nasılını ele alır. Bugün İslam dünyası bir gayret, bir toparlanma içindedir. Bunların verime dönmesi, bu dünyanın yücelmesi isteniyorsa, bütün çalışmaların kaynağını tefekküre, tefekkür etmeye dayamalı, siyasi gelişmelere, siyasete değil. Siyasi kudret başka birtakım gelişmelere müsait zemin yaratma potansiyeline sahiptir. Ama siyaset üzerinde yoğunlaşan çalışmalar insanları birleştirebileceği gibi ayrıştırabilir de. Kin ve husumete de sevk edebilir. Mesela İslam dünyasında ilk fetihlerden hemen sonra siyasi birlik parçalanmış, hatta Avrupa feodalitesine benzer bir siyasi dağılma bile görülmüştür. Ancak İslam’ın gücü bu siyasi engellileri aşmış, insanların ruhlarına nüfuz ederek tekrar onları birleştirebilmiştir.
Bu şu demektir: İslam davası Müslüman aydının davasıdır: Ulema, sanatkâr, bilim adamı, mütefekkir.
Medeniyetleri politikacılar yaratmaz. Medeniyetler elbette aydının, bilim adamının, sanatkârın işidir. Bu sahadaki seviye siyasi hedefleri ele geçireceği gibi onlara ufuk ta açacaktır. Böyle bir başarı Müslüman aydınların gayretlerini, enerjilerini siyasi çekişmelere, günlük hadiselere değil de, İslam’a adamaları gerçeğini ortaya kor.
Parti, bunun siyaseti Batı menşeilidir. Ve her parti bir sınıf adına bir harekettir. Onların menfaatlerini birinci planda ele alır. İslam’ı bu çatışmaların dışında tuttuğumuz ölçüde onun gücünü, birleştiriciliğini, eşitlik ve kardeşlik ruhunu tecelli ettirebiliriz. Bunu yapmaz da İslam’ı kendi fırkamızın doktrini haline getirirsek sonu neye varacağı belli olmayan ağır bir vebali yüklenmiş oluruz (Güngör, 2011, s. 196-210).