Türk toplum hayatının vazgeçilmez olmazsa olmazlarından biri de “misafirlik”tir. Hatta misafire düşkünlüğe bağlı olarak toplumda bir de “misafirperverlik” anlayışı zuhur etmiştir.
Dîvânu Lugâti’t-Türk’ten aldığımız “Uma kelse kut kelir” (Misafir gelse kut gelir) atasözünde ise misafirliğin “kut” ile ilişkilendirilmesi hayli dikkat çekicidir. Zira “kut”, Sait Başer hocamızın belirttiği üzere Cenab-ı Hakk’ın bir ihsanıdır. Bu husus, Töreli Türk Edebiyatı’nın kurucu temel metinlerinin başında gelen Kutadgu Bilig’de şu şekilde ifade edilmektedir: “Bayat kimge kılsa inâyet basut/ Anıng boldı ajun bolu birdi kut” (Allah, kime inâyet ve yardım ederse dünyâ onun olur ve kut’a kavuşur.” Ayrıca söz konusu eserde bu kuta bağlı misafirliğin âdâb ve erkânı üç bölüm altında tüm teferruatıyla dile getirilmiştir. Hatta kul hakkına da bağlı olarak misafirliğe davetin ehemmiyeti çok net bir şekilde ortaya konulmaktadır: “Arkadaş, kardeş, uzak ve yakın herkesin hakkını gözet ve onları yemeğe davet et.”
Hiç şüphesiz, böylesi bir anlayışın hakikat alanı içerisinde esasını her zaman olduğu gibi Kur’ân ve sünnet belirlemektedir. Kur’ân’da bu tavrın en güzel örneği, Zariyat Suresi’nin 24-27. âyetlerinde Hz. İbrahim Aleyhisselam’ın konuklarından bahseden kıssada yer alır: “Sana İbrahim’in ağırlanan konuklarının haberi geldi mi? Hani, yanına girdiklerinde: ‘Selam’ demişlerdi. O da: ‘Selam’ demişti. (Haklarında bilgim olmayan) Yabancı bir topluluk. Hemen (onlara) sezdirmeden ailesine gidip, çok geçmeden semiz bir buzağı ile (geri) geldi. Derken onlara yaklaştırıp (ikram etti); ‘Yemez misiniz?’ dedi.” (Zariyat Suresi, 24-27).
Diğer yandan, “Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse misafirine ikram etsin” (Buhârî, Nikâh 80, Edeb 31, 85, Rikâk 23; Müslim, Îmân 74, 75, 77) hadis-i şerifinde ise misafire ikram, imanın bir parçası olarak bize telkin edilmiştir. “Misafir on kısmetle gelir; birini yer, dokuzunu bırakır” şeklinde bilinen atasözü de Nisabü’l-Ahbâr’da yer alan “Misafir, bin bereket ve bin rahmetle gelir” şeklindeki hadis-i şerife dayanır. Dolayısıyla İslâmiyet’ten önce daha ziyade “kağan” erkiyle ilişkilendirilen “kut”un İslâmiyet’ten sonra, tabii yerleşik hayatın da tesiriyle Tanrı misafiriyle de ilişkilendirildiği açıktır. Bu durumda “Umay”dan “uma”ya bir geçiş de söz konusudur.
Kanaatimizce bunda İslâmiyet’i yaymak maksadıyla diyar diyar gezen ve ata, bab (baba) unvanı taşıyan dervişlerin ve bunların taşımış olduğu bereket ve ruhaniyete tıpkı Hz. İbrahim gibi kucak açmak istemenin de tesiri büyüktür. Bu bağlamda misafire karşı sergilen müşterek yaklaşım, Anadolu’da ilk olarak İslâmiyet’in yayılmasında büyük yararlılıkları görülen “Bâcıyân-ı Rum” adı verilen vakıf temelli sosyal yapılanmanın da temelini teşkil etmiştir. Yani daha ziyade bacıların kendilerine şiar edindiği kutlu bir hizmetin ameli haline gelmiştir.
Sahi, bugün de misafir ağırlamanın en güzel yükünü daha ziyade kadınlarımız yüklenmiyor mu?
Haftaya görüşmek üzere…
Selâmet ve letâfetle efendim…