Elbette Türkiye’nin ağır gündem maddeleri var. Güneydoğumuzda ilân edilmemiş bir savaş içindeyiz. Doğu Akdeniz’de enerji kaynaklarının yağmasını durdurmaya çalışıyoruz. İktisadî meselelerimiz bunlardan önemsiz değil. Müzmin müttefikimiz ABD ile başımız belâda. NATO’nun beyni ölmediyse de sağlıklı çalıştığı söylenemez… Bunlar tamam da sosyal bünyedeki tahribatı önemsiz mi sayacağız? Ailenin parçalanması, anneliğin değer kaybetmesi, aidiyet ifade eden unsurların ortadan kalkması, sokağın, mahallenin, semtin yok edilmesi…Şehir kimliklerinin buharlaşması. Ya maarif reformunun gecikmesinden doğan ağır meseleler? Bunun derecesini okullarda Atatürk resimlerine tapınmaya kadar varmasından çıkarabiliriz. Kültürel alanda ekonomik durgunluğu sollayan durağanlık, hatta donukluk… Biz yok saysak da dil meselesinin kendini bir şekilde hatırlatıyor. Orta öğretimde çocuklarımız okuduğunu anlayamıyor. Bu uluslararası tescilli bir mesele. Orta öğretimdeki problemin yüksek öğretimde daha da ağırlaşmadığını kim iddia edebilir? Anlı şanlı akademisyenlerin yazma kabızlığı ve yazdıklarının Türkçeliği?
Dilde çözümü bulmuş da sayılabiliriz: Son olarak DTCF’de Felsefe bölümü İngilizce öğretime geçmiş! Toptan İngilizceye geçersek, kısa zamanda kesin çözüme ulaşabiliriz. Bir eski İçişleri bakanına göre burası Türkiye değil “Turkey”! Öyleyse öğretim dilimiz neden İngilizce olmasın? Türkiye’de bir tane DTCF (Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi) var. Bu isimlendirmede vurgunun “dil”e olduğunu anlayamıyor muyuz acaba? Dile, yani Türkçeye… Şimdi bu mütefelsiflere sorsak atatürkçülükte zirvede dolaşırlar. Bu işler lâfla olmaz, uygulama ile olur. Dille ilgili kafa karışıklığı üzerine yazdık, iki gün önce: Türkçe üzerine aykırı sözler. İki akademisyenin farklı görüşlerini yansıtarak. İsim geçirmemeye dikkat ettik ki mesele şahsileşmesin diye. Türkçe konusunda iyimserliğini ilan eden Nureddin Demir Hoca, kendini ifşa etti, sözlerinin arkasında olduğunu yazdı. Nureddin Demir, değer verdiğim bir hocadır. Ben de hocanın sözlerinin arkasındayım, fakat ikinci bölümünün! Mesele bizim meselemiz, hepimizin meselesi. Ne diyor Hoca? Metin oluşturma (yani yazma) sorunu var, hata üniversitenin dilcilerinin bile… Demek ki ortalık pek de güllük gülistanlık değil. Sadece yazma sorunu mu? Konuşma sorunu yok mu? Ya anlama meselesi? Konuyu şahsileştirmemek için kendi görüşlerimi değil, başka bir akademisyenin görüşlerini aktarmıştım. Onun ismini açıklamak da vacip oldu bu durumda: Vehbi Başer Hoca. Bu konular üzerinde durmalıyız, konuşmalıyız, yazmalıyız, tartışmalıyız. Hiçbir mesele yokmuş gibi davranmakla bir yere varamayız. Sırf “-sel, -sal” takısının, ekinin yol açtığı dil sefaletini ortadan kaldırabilsek, Türkçeye büyük hizmet ederiz. Bu öyle işlek bir takı (!) ki, isimlere eklenmekle kalmıyor, artık sıfatlara ve fiillere de takılıyor. Tam bir dil takıntısı oluyor! Dilbilimcilerimizin en kıdemlisi Zeynep Korkmaz Hanım Türkçede kumsal, uysal gibi kelimelerdeki sal’ın nisbet eki olmadığını ve Fransızcadan aparılan bu ekin yerli yersiz kullanıldığını belirtiyor. Gör-sel diye bir kelime var. Gör-mek mastarına sal eki getiriyorsak, yakında dur-mak mastarına da getirebiliriz. Al sana dur-sal! Sormak’tan sorsal! Kırmaktan kırsal! Vurmaktan vursal! Henüz bunları yapmadıysak da durum-sal diyenler var! Ya gen-sel neyin nesi? Genetik’i Türkçeleştirmişler güya! Adam “kalbî muhabbet” yerine “yürek-sel sevgi” demesin mi? Beyim, kalb ve yürek eş anlamlı gibi görülebilir belki. Fakat, kalpsiz ile yüreksiz eş mânalı değildir! Kalpli ve yürekli de öyle! Ya sıfatlara -sel -sal takılması? Adam mavi-sel diyor! “Kara-sal var” diyeceksiniz. Bu renk olan kara değildir, isim olan karadır. Hadi bakalım bir uzmanın şu cümlesi ne demek bana anlatın: “Konumsal anlamda bir baskın yapıldı.” Bu zat “mevziî bir baskın yapıldı” mı demek istiyor yani? (Mevziîyi anlamadık diyenlere: Lokal demektir!) Mevziî yerel de değildir, yersel de… Dilim… dilim… seni dilim dilim dileyim!