Türkiye Yazarlar Birliği, Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi, Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği ile Yunus Emre Enstitüsü’nün işbirliği ile geçtiğimiz günlerde Ankara’da “Yunus Emre ve Türkçe Yılı Münasebetiyle Türkçe Şûrası” düzenlendi. Bu anlamlı etkinliğe katılmak oldukça ilham verici oldu. Emeği geçen herkese nice teşekkür edilse azdır.
Nihayetinde Türkçe bizim kimliğimiz ve dil konusunda yaşadığımız problemler kimliğimizin giderek aşınmasına yol açarken; özbenlikleri ve kimlikleri ile ilgili kaygılar güdenlerin de bu aşınma karşısındaki feryadına şahit oluyoruz. Felsefe, din, eğitim, sanat, spor, akademi, edebiyat gibi birçok farklı boyutta dil konusundaki araştırma ve görüşlerini paylaşan hemen tüm katılımcıların ortak noktası gerçekten de Türkçenin ahvali hakkındaki feryad oldu sanırım. Herkes dertliydi ve aynı zamanda umutluydu. Çünkü Türkçe şuuru tamamen yok olmadığı gibi bu şuura sahip olanların ve bu şuurun arayışında olanların varlığı ve birlikteliği bu vesile ile bir kez daha ortaya çıkmış oldu.
Binlerce yılın birikimi olan Türkçenin giderek yoksul bir söz dağarına hapsedilmesi, dilin resmi müdahalelerle mühendisliğe maruz bırakılması, küresel kültürün dayattığı yüzeysel iletişimin kendine özgü tuhaf bir dil yaratması herkesin ortak meselesi niteliğine bürünmüş görünüyor. Yunus Emre ile Türkçe şuurunun birlikteliği elbette ayrıca anlamlıdır. Çok sayıda katılımcının vurguladığı üzere Yunus Emre’nin kullandığı Türkçe hakikatli bir Türkçedir ve sonradan türetilmiş tuhaf öz-Türkçecilikten de epey uzaktır. Yunus Emre’nin dili, yaşadığı dönemin canlı kültürünü dini ve irfani boyutlarıyla mükemmel bir şekilde yansıtmakta Arapça ya da Farsça kelime ve kavramları rahatlıkla kullanmaktadır. Biz bugün Yunus’un Türkçesini bile zor anlayacak halde bulunuyoruz ki işte bu tam da dildeki tehlikenin tezahürü sayılabilir.
Eğitim Dili konulu bir bildiri ile katılmış olduğum Şûra’da bir eğitimci olarak ben de dilin ruhuna dikkat çekmeye çalıştım ve kullandığımız dilin ardındaki zihniyetin önemini vurgulamaya çalıştım. Bu bağlamda başlıkta yer alan “Türkçe eğitemiyoruz çünkü Türkçe konuşamıyoruz” ifadesi şöyle tamamlanabilir “ve çünkü Türkçe düşünemiyoruz.” Dil, aklın ve zihnin yansıması olduğundan düşünme, dil ve konuşmanın temeli niteliğindedir. Bu bize düşünerek konuşmayı öğütlemektedir. Fakat biz Türkçe düşünemeden Türkçe konuşmaya çabalıyoruz sanki. Türkçe düşünemeyişimizin birkaç yüzyıllık bir tarihi var ve şimdiki devirde bu hastalığımızın şiddetini “küreselleşme” denilen muktedir ucube ile bu ucubenin dönüştürmekte olduğu gündelik yaşam artırmaktadır. Bu dönüştürme en çok da okullar ve medya aracılığıyla olmaktadır.
Türkçe düşünemiyoruz çünkü “küreselce” dili zihniyetimizi işgal etmiş durumdadır. Teoman Duralı Hocanın tabiriyle “Yeniçağ Dindışı Avrupa Medeniyeti”nin seyrinin temelini oluşturan bazı fikir ve kavramlar dilimizi ve zihnimizi eğip bükmektedir. Eğitim bağlamında söyleyecek olursak bu ilerlemeci eğitim anlayışının yerleşmesi anlamına gelmektedir. İlerleyen süreçte kapitalizm ve neo-liberalizm gibi hakim ideolojilerin dayatmalarının inşa ettiği piyasacı, ekonomici ve kalkınmacı bir dil eğitim dünyamızı kendi rengine boyamıştır.
Eğitim dilimiz Türkçe olmaktan çok küreselcedir. Bu dilde eğitim, insanın bir işgücü ve tüketici olarak şekillendirilmesi anlamına gelmekte, okul bu şekillendirmenin meydana geldiği bir fabrika ya da işyeri olmakta, öğrenciler ve veliler de buradaki mamüllerin alıcısı müşteriler olmaktadır. Eğitime, okula ve öğrencilere ya da velilere bu anlamları yükleyen her ifade, şekil bakımından hangi dille ifade edilirse edilsin, esasen küreselcedir.
Bu cendereden kurtulmanın yolu eğitim dilinin Türkçeleşmesidir. Eğitim derken sadece okulları değil bireylerin ve toplumların kişiliklerinin şekillenmesinde rol oynayan bütün unsurları kastettiğimizi de söylemek gerekir. Bu bağlamda medya mesela büyük önem taşımaktadır. Eğitim dilinin Türkçeleşmesinden kastımız ise şekil bakımından dildeki bazı düzenlemeler değildir. Bundan daha önemlisi Yesevi’nin Yunus’un Fuzuli’nin, Seyyid Nesimi’nin Türkçesi ile öğrencilerin daha en baştan tanış olmalarıdır. İlkokulun başlarından itibaren onların eserleri ile öğrenciler yüz yüze gelmeli, orijinal dillerinden bu eserleri okumalı, öğrenmeli, ezberlemeliler. Medyada da anlamlı bir dilin kullanılması temin edilmelidir. İlkokuldan başlamak üzere öğrencilere Yunus Emre, Fuzuli, Seyyid Nesimi, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Ali Şir Nevai, Yusuf Has Hacip, Dede Korkut gibi kutlu ataların ve yakın dönemden kıymetli edebiyatçıların eserleri belirli bir düzen dahilinde verilmeli, hediye edilmelidir. Dersler, konular bu kitaplar üzerinden işlenmelidir. Medya kuruluşlarının tarih bilinci ve dil şuuruna sahip uzmanlardan oluşan kadroları olmalı dil konusunda özdenetim yapabilmelidirler.
Türkçe Şûrası’nda önemle vurgulanan bir diğer nokta ise Türk Dünyasında ortak bir dilin hakim kılınabilmesiydi. Bu biraz uzak bir hayal gibi görünse ve katılımcıların aktardığına göre muhatap ülkelerde henüz istenilir seviyede bir karşılık bulmamış olsa da ortak dile belki de en yakın olabileceğimiz zamanlardayız. Türkiye’nin bu yönde yoğun çaba harcıyor olması da ayrıca önem verilmesi gereken bir şeydir.
Türkçe Şûrası’nın ortaya çıkardığı diğer bir hakikat ise dilimiz hakkında araştırmaya, konuşmaya ve çözümler için çabalamaya ve bunun için her kesimden Türkçe sevdalılarının biraradalığına olan ihtiyaçtır. Eğitim ve medya alanındaki yetkililer ve ilgililerin Türkçe sevdalıları ile biraraya geleceği ve uygulanmak üzere somut kararlar alacakları yeni toplantılar bu ihtiyacı giderebilecektir.
Doç. Dr. Ali Faruk YAYLACI