Şubat’ın 28 i pek soğuk gelir bana. Kara saplı, kapkara bir hançerin soğuk çeliğinin milletin yüreğine, aynı milletin öz evlatlarının eliyle saplanışının soğuğunu duyarım taa içimde, her 28 Şubat’ta. Önce senaryolar yazıldı karanlık ellerce karanlık dehlizlerde. Sonra aktörler çıktı ortaya Fadime’ler, Ali’ler, Müslim’ler ve diğerleri. Tiyatroyu hep birlikte seyrettik, yuttuk günlerce, aylarca, soğuk bir aş gibi yutturdular sonra da kalan kısmını. Artık “öz yurdunda garip” olma günleri başlamıştı birçoğumuz için. Halk kimdi ki zaten, “bidon kafalı”, “göbeğini kaşıyan”, “ağzı soğan kokan”, “dağda çobanlık yapan” adamın oyundan da hayır gelmezdi, onun oy verdiği kişilerden de. O halde hazır birileri de iyice acıkmışken, keselerini ve kâselerini bir güzel doyurma zamanı da gelmişken “demokrasinin” adeta bir zamanlar helvadan yapılan putlar misali yenme zamanı gelmiş de geçiyordu bile.
Bir kısım boyalı basın ağzından sular akar vaziyette, tahrik olmaya ve tahrik etmeye müsait hazır kıtalar gibi beklemekte ve yaralı ceylandan bir parça koparabilmenin hevesiyle etrafta dolanmakta, kapalı kapılar ardında hem andıçlar hazırlamakta hem de dönüp aynı andıçları dinlemekteydi. Zaten bu cahil halk kitleleri yıllardır yapılan tahribattan etkilenmemekle, değerlerinden uzaklaşmamakla, olup biteceği çoktan hak etmekteydi sırça köşklerde, boğaza karşı viskisini yudumlayarak toplum mühendisliğine soyunanlar için. Üniversitelerdeki bazı cüppeli cahil yobazlar da soyunmuşlardı bu güreşe, bolca yağa bulanıp gerektiğinde kolayca kıvrılıp kaçabilmek için. Onlara göre bazı insanlar sadece vergi vermek için, oğulları da şehit olsunlar diye yaratılmışlardı. Onlar ve çocuklarından ancak, çaycı, çöpçü, kapıcı, temizlikçi, işçi veya taş çatlasa alt düzey memur olurdu. Hem onlar kim oluyorlardı da hâkim, savcı olacak da yargılayacaklardı beyaz tenlileri, efendilerini. Doktor da olmamalıydılar, mühendis de. “Hele şunlardaki cesarete de bir bakın, neymiş efendim hükümet olup bir de ülkeyi yöneteceklermiş. Hadi oradan adi köleler, biz efendileriniz, beyaz Türkler dururken, siz kimsiniz de ülkenin kaynaklarına ve yönetimine hükmedeceksiniz?” halet-i ruhiyesi hâkimdi, birilerinin kellelerini almaya ve onlarla beslenmeye alışmış yeniçeri ruhlu derebeylerine.
Birinci meclisi ve onu oluşturan unsurların temsil ettiği kitleleri adeta ıskalayarak ve yok sayarak, kurucu iradeyi temsil ettiğine inanan, vatanın bu kutsal sahiplerine göre; tez elden hadleri bildirilmeliydi bu densiz halk kitlelerine. Yoksa bunlar hafazanallah bir de “plajlara hücum ederlerse, vatandaş denize giremez” hale gelecekti. Hazır bu işe teşne hale getirilmiş, buna uygun kültürel ve ideolojik alt yapıyla donatılmış, daha önceden de benzer deneyimlerde aslan payına ortak olmuş “zinde zalimler” olmaya gönüllü kıtalar da varken, gerisi çocuk oyuncağıydı. Dünya düzenini düzenlerden de onay alındı ve düğmeye basıldı, karanlığın zalim soytarıları tarafından. Önce seçilenler uzaklaştırıldı, sonra atananlar görevlerinden. Türkiye’nin zencilerine karşı adeta bir cadı avı başlatılmıştı 20. yüzyılın Klu Klux Klan’ları tarafından. Ne milletin bölünmesi, paramparça edilmesi umurlarındaydı, ne de küçücük kız çocuklarının yaralı kalplerinden arşa yükselen feryatlar, figanlar. Onların babalarının vakur ama bir o kadar da hüzünlü çaresizlik gözyaşlarının, analarının yakarışlarının da hiçbir anlamı yoktu efendilerin gözlerinde. Zaten böyle bir proje en az 1000 yıl sürmeliydi ki, “Rabbim Allah’tır” diyenlerin genlerinden, DNA’larından dahi bu çağdışı, skolastik, örümcekleşmiş düşünceler tamamen silinip, yok olabilsindi.
O meş’um günlerin simgesiydi adeta “Türban Üstü Peruk Yapılır” ilanları kuaför camekânlarında. Zira başörtülüler, türbanlılar giremezdi derslere. Temel anayasal hakları olan eğitim hakları ellerinden zorbaca, kahpece gasp edilmişti çünkü. Bir insan için olabilecek en aşağılık, tahrip edici, ruhunu örseleyici muamelelere tabi tutuluyordu hayatının baharında gencecik kız kardeşlerimiz. Bir yanda evde ondan tahsil yapmasını, bir meslek sahibi olmasını bekleyen ana babaları, bir yandan geleceğe dair, umutları ve hayalleri, diğer yandan ise insan ruhuna susamış kan emici yamyamların dayatmaları arasına sıkışmış kalmışlardı. Zor kararlar aldılar, kimi başörtüsünü çıkardı, kimi ailesi ile kötü olmayı göze aldı, kimi ise okulunu bıraktı ağlayarak, acı çekerek…
Her şey hesaplanmış, her şey yolunda gidiyordu güç sahipleri için. Hesaplanmayan tek bir şey vardı, gözden kaçırılan tek bir şey. O da Allah’ın (cc) da bir hesabının olduğu, O’nun hesabının ise tüm hesapları bozucu, tüm hileleri boşa çıkarıcı, kahredici bir gücünün olduğuydu. O masum yüreklerden arşa yükselen feryatların, o sel olup akan ve ‘Ya Rab, sadece sen bizim Rabbimizsin, ancak sana kulluk eder ve senden yardım dileriz” yakarışlarının cevapsız, karşılıksız kalacağının zannedilmesiydi.
Keser döndü, sap döndü, gün geldi, hesap döndü. Geride korkunç bir psikolojik yıkım, gençliği, umutları, hayalleri kendilerinden söküp alınan, çalınan insanlar bırakan bir zulüm kaldı. Dün mazlumların ahını alanlar, bugün hakikaten bu ahların aheste aheste çıktığını görüyor ve yaşıyorlar. Dünkü zulmün koca koca generalleri artık er rütbesine düşürüldüler. Dün kendi insanına, içinden çıktıkları milletine bunları reva görenler umarım “zulmün payidar olmayacağını”, “zulüm ile âbâd olanın ahirinin berbâd olacağını” anlamışlardır bugün.
Velhasıl, şubatlar bana hep soğuk gelir bu yüzden. Aynı acıların ve zulümlerin ne İslam topraklarında, ne dünyada ne de özelde vatanımızda yaşanmaması, her birimizin zulüm ve adaletsizlik karşısında, kimden gelirse gelsin, dimdik ve onurluca durabilmemiz ve barış, kardeşlik, huzur dolu aydınlık sabahlara uyanabilmemiz dileğiyle…