eğitim,öğretim,terbiye,talim,Meb,Üniversite,öğrenci,öğretmen,muallim,öğretim üyesi,maarif,aile,
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Ankara
Açık
9°C
Ankara
9°C
Açık
Pazartesi Az Bulutlu
9°C
Salı Hafif Yağmurlu
6°C
Çarşamba Hafif Yağmurlu
8°C
Perşembe Çok Bulutlu
10°C

Zihni YILDIZ

1963 yılında Yozgat'ta doğdu. İlkokulu köyünde okudu. Ortaokul ve liseyi 1982 yılında Kayseri Mimar Sinan Öğretmen Lisesinde tamamladı. 1986 yılında A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesinden mezun oldu. Aynı yıl basın dünyasına adım attı ve TRT'de kameraman olarak çalışmaya başladı. 1990 yılından itibaren özel televizyonlara geçti ve yönetim kadrolarında çalışmaya başladı. Toplumcu bir anlayışla ve eğitimci gözlemleriyle denemeler yazmakta. Cami fotoğrafçılığı ve camileri tasvir eden yazılarına da devam etmektedir.

    Toprağı Çürüten Tuz

    The Salt of the Earth (Toprağın Tuzu) filmini izledikten sonra zihnimde oluşan ve dağınık halde bekleyen düşüncelerimi paylaşmak için huzurunuzdayım bugün. O kadar dağınık ki toparlamak için madde madde sıralayarak işin içinden çıkmaya çalışacağım:

    – Yazının sonunda kurmam gereken “bu filmi -ibret nazarı ile- mutlaka izlemelisiniz” cümlesini baştan yazayım da okuyucularımızın işi kolaylaşsın. İsteyen istediği çıkıştan ayrılabilir. Biraz can sıkıcı konulara gireceğiz, yüreği yanıklarla baş başa kalmamızda fayda var.

    – Öncelikle Sebastião Salgado “usta”yı tanıyalım mı? Sizi bilmem ama şahsen ben bu belgesel filmi izleyene kadar kendisi hakkında hiç bir şey bilmiyordum. Ara Güler’in arkadaşı imiş. TRT’de çalışırken Ara Güler’le röportaj çekimleri yapmıştık. (60’lı yıllarda çektiği bir İstanbul fotoğrafını bana hediye etmişti. Şimdi kim bilir nerede o siyah-beyaz Karaköy fotoğrafı) O çekimler sırasında dostu Salgado’dan bahsetti ise ismini o zaman duymuşumdur. Yoksa bu güne kadar Salgado’nun ismini bile duymadım desem yalan olmaz. “Bir kameraman eskisi olarak bu ayıp da bana yeter” dedim kendi kendime. Enteresan bir hayat hikâyesi var.

    – Brezilya’da varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geliyor. Babası onun ekonomi okumasını istiyor, o da sonuna kadar bu alanda okuyup uzmanlaşıyor. Dünya Bankasında çalışmaya başlıyor, ülkesindeki dikta rejiminden kaçıp Avrupa’ya göçüyor. İngiltere ve Fransa’da hayatını devam ettirirken yanında hep mimar eşi var. Eşi Lelia’nın fotoğraf makinesini iş gezilerinde yanına almasıyla başlayan fotoğraf merakı kısa sürede onu işi gücü terk edip tek uğraşı haline geliyor. Ondan sonra o ülke senin, bu ülke benim dolaşıyor dünyayı. Hep de problemli ülkeler. Savaşlar, kötü hayat şartları, göçler, krizler…

    – Ömrünün sonuna doğru başlangıç noktasına, yani baba ocağına geri dönüyor ve kıraç toprakları yeniden yeşertmek için eşiyle birlikte saygı duyulacak bir projeye başlıyorlar. Ana hatları bu hayatının. Tabi bu arada oğlu da kendisi gibi fotoğraf ve film alanında uzmanlaşmış. Bir de ilginç bir bilgi; fotoğraf çekmek için geldiği Türkiye’de esnaftan dayak yemiş.

    – Yönetmen Wim Wenders ve oğlu Juliano, Salgado’nun 40 yıllık fotoğrafçılık serüvenini orijinal bir kurgu ile bu biyografik belgesel hazırlamaya karar vermişler. Çoğunlukla siyah beyaz fotoğraflar ve Salgado’nun yine siyah-beyaz izahlarından oluşuyor. Etkileyici bir anlatım. 2 saatlik belgeseli dikkatiniz hiç dağılmadan seyredebileceğiniz konusunda garanti verebilirim.

    – Çünkü bu belgeselde anlatılan çiçek-böcek değil, çoğunlukla biz insanlar. İnsanın yeryüzünde yapabileceği zalimlikler ve vahşet fotoğraflarla belgelenmiş. Donup kalıyorsunuz. Sürekli bir sağ yanağınıza, bir sol yanağınıza tokat atılıyor ve gözünüzden çıngılar çıkıyor. Şok üstüne şok yaşıyorsunuz. Kurmaca falan değil. Dünyanın dört bir yanından gerçek olayların fotoğrafları bunlar.

    – Bu nedenle filmin ismini “Toprağın Tuzu” koymuşlar. O tuz biziz; biz insanlarız. Tuz dedikse olumlu manada değil tabi ki. Yani “çorbanın tadı tuzu yok” derken buradaki “tuz”dan lezzet artıran bir unsuru kastederiz. Toprağın tuzu olan “insan” ise toprağı çoraklaştıran, çürüten ve yaşanmaz hale getiren karabasan gibi bir şey. En azından ben böyle anlıyorum. Tuz gıdaları korumakta kullanılır ama toprakta bulununca onu çoraklaştırır. Hiç bir şey bitemez, canlı yaşayamaz hale gelir. “Yeryüzünde yaşayan insan toprağı çoraklaştırıyor, yaşanmaz hale getiriyor” demek istemişler.

    – Hatta Salgado, filmin sonlarına doğru “Biz insanlar korkunç hayvanlarız. Yaşanan bir delilik öyküsüdür. Biz gaddarız, tarihimiz savaşlar tarihinden ibaret, türümüzün ne kadar korkunç olduğunu görmek için herkes bu fotoğrafları görmeli” diye iddialı cümleler kuruyor -ki şahsen bu görüşe katılmam mümkün değil- İnancım buna müsaade etmez. Biz insanız, hayvan değil. (Hayvanları aşağılamak için söylemiyorum bunu. Salgado “korkunç hayvanlarız” derken hayvanları da aşağılamış oluyor farkına varmadan) İnsan gibi yaşarsak, tabiatımıza uygun davranırsak öyle “korkunç”luklar yap/a/mayız. İnsanda asıl olan iyiliktir, güzelliktir. Kötülük arızidir, hastalıktır ve tedavi edilebilir.

    – Salgado’nun bu cümleleri kurmasına sebep olan Ruanda’daki katliama bir parantez açmamız gerekecek. 1994’te 100 gün içinde 1.000.000’a (bir milyon) yakın insan tekinin öldürüldüğü insanlığın yüz karası katliam. Modern dünyanın gözü önünde Hutu ve Tutsi kabileleri arasındaki ölümcül kapışma. Horoz döğüşü seyreder gibi seyretti insanlık bu vahşeti. Mösyö Salgado her zaman olduğu gibi tam zamanında orada. Fotoğraf makinesi ile şahit oluyor onca insanın katledilmesine. Baş sorumlu Fransa. Salgado da bir Fransız ajansın muhabiri olarak orada. En “etkileyici” ve “estetik” ceset görüntülerini burada çekiyor. Hepsi siyah-beyaz.(Kan revan görüntü belli olmasın diye mi acaba?) Fransız ordusundan ayarlanan kepçeler cesetleri kavradığı gibi alıyor, birinin kolu, diğerinin bacağı sallanıyor. Açılan çukurlara boşaltıyor ve üstünü örtüyorlar. Salgado bu vahşetten acayip etkilenmiş olacak ki “biz insanlar korkunç hayvanlarız” deme noktasına geliyor. İyi de, bu zavallı kabileler durduk yerde mi birbirine girdi? Vahşi kapitalizmin hiç mi suçu yok?

    – Sonunda Salgado usta yaptığı işten nefret etmiş olacak ki, doğduğu topraklara dönüyor ailesi ile beraber. Babasının bakımsızlıktan çöle dönmüş arazisini ağaçlandırıp bir tabiat parkı haline getirmek için var güçleri ile çabalıyorlar eşi ile birlikte. Kendisini dağa taşa vuruyor, ot böcek resimleri çekmeye başlıyor, el değmemiş alanlara yöneliyor, doğanın kendi kendisini yenilemesine katkı babından kendi çapında bir şeyler yapmaya çalışıyor. Halen de devam ediyormuş bu uğraşları. Aslında saygı duyulması gereken bir davranış bu. Ama bana biraz da günah çıkarma gibi geldi, ne yalan söyleyeyim. Pişmanlık sayılmaz ama geçmişine bakıp “bu fotoğrafları çektim de ne oldu, o katliamları, sürgünleri, işkenceleri belgeledim sadece, engelleme yönünde hiç bir katkısı olmadı” diye mi düşündü acaba?

    Neyse… Toprağın Tuzu böyle karışık çağrışımlara sebep oldu bende. İzleyin sizin de kafanız karışsın. “İnsan insanın kurdudur” sözünün sağlaması gibi bir şey. Esfel-i sâfilîn noktası yani. Oysa sarkacın diğer ucunda “insan insanın yurdu” olma potansiyeli her zaman vardı. Yazık ki ne yazık. İnsan “insan”lıktan çıkınca hem kendisinde hem de toprakta olumsuz/ölümsüz iz bırakıyor şekilde görüldüğü gibi.

    Vesselam…

    Yazarın Diğer Yazıları
    Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.