Toplumsal bütünleşmeyi kuruluştan itibaren reformlar ve anayasal vatandaşlık anlayışıyla tesis etmeye çalışan Cumhuriyet, tüm kurumsal yapıları seferber etse de toplumun muhayyilesini dönüştürmeyi başaramamıştır. 1928 yılına kadar kimliği din temelinde tanımlayarak “bir süreliğine” çözen ve özellikle 1928 sonrasındaki politikalarda Ziya Gökalp’in Türkleşmek-İslamlaşmak-Muasırlaşmak formülünü terk ederek Batılılaşmayı formel anlamda yön olarak çizen merkezi iktidar, kimlik politikalarını sosyal-siyasal hareketliliğin seyri ile eş zamanlı ilerletememiştir. Milli devletin kuruluş sürecini belirleyen temel faktörün, devletin, büyük ölçekli siyasal güçlerle girdiği ilişkinin doğası olduğunu hesaba kattığımızda, “tarihsel gecikmeyi” telafi edecek unsurların daha ilerde olanı temsil eden Batılı standartlar olması gerekecekti. Bu standartları üstyapı sorunu olarak kodlayan iktidar, modernizasyon öğelerini Batı’dan ithal ederek sosyal ve siyasal yenileşme gerçekleştirilecek; hantal ve atıl geleneksel alt yapı unsurları ise tasfiye edilerek, köklerdeki bazı öğeler ön plana çıkacak ve Batı tarzı bir modern devlet, ulus temelinde yaratılmış olacaktı.[1] Hafızanın da tasfiyesi anlamına gelecek bu çift değerli bilinç yarılması, Batılı formlarla milli köklerdeki pek çok unsuru yeni bir hafıza şeklinde topluma önererek yeni iletişim araçlarını bu iş için seferber etmiştir. Devletin hukuki ve eğitimsel araçlarıyla gelişen (Türk) millet/i idesi, merkez ve çevrenin kendi tarihsel söylemini oluşturmasıyla ilerlemiş ve çok katmanlı bir yapı oluşturmuştur.
Geçmişin gelecek adına ‘Millet’ adı verilen soyut bir ideale bağımlı kılınması, doğal olarak, bireyin ve toplumun da devlete bağımlı kılınması gerektiği fikrini zorunlu kılıyordu. Toplumun ve bireyin tanzim edilmesi gerektiği yollu fikirler, kendi dışında hazır ve ideal bir modeli taklit etme iradesini gerçekte kolektif bir seferberlik anlayışı içinde bir zorunluluk olarak dayatmaktaydı. Bu durumda ortaya çıkan ortaklaşa milli kültür, bireylerin terbiyesi, seciyesi ve mefkûresiyle bir hissiyat oluşturulacaktı. son iki yüzyıldır modern tâbiyet kültürünün en etkili gücü olan milliyetçilik geçmiş ile ilişkiyi sağlayacak önemli bir araç halinde, ulus devletlerin bürokratik aygıtı olarak işlev görmüştür. Bu güç ve aygıt, siyasal kadroların oluşmasında ve yönetimin her aşamasında milliyetçiliğin aktif propagandasının yapılmasına da zemin oluşturmuştur. Devlet ile millet arasında kurulan ittifak, bir tarafta kültürel milliyetçilik diğer tarafta saldırgan milliyetçiliklere kadar geniş bir yelpazenin oluşmasını sağlamıştır.[2]
Milliyetçilik günümüzde geniş bir yelpazede; bir tarafta Karl Deutsch’un ifadeleriyle siyasi ve sosyal gelişmenin bugüne kadar erişilen en yüksek seviyesi, yani modern ulus devletin bünyesine kavuştuğu seviye, diğer tarafta ise K. Popper’ın deyimiyle açık toplumun oluşturulmasında en büyük engellerden, hezeyanlardan biri olarak tanımlanmaktadır.[3] Modern toplumun oluşumunda belirleyici etkenlerden biri olsa da milliyetçiliğin anlaşılmasında hala zorluklar bulunmaktadır. Bunun en temel nedeni milliyetçiliğin, kültürel, siyasal ve sosyal özelliklerinin yanında bir ideoloji olarak da tasarlanmış olmasıdır. Nitekim bu eklemlemeci yapı tarihsel süreç içinde Türk Milliyetçiliğinde ya da Türkçülük anlayışında da görülür.
Bu topraklarda Türkçülük, bir taraftan Orta Asya coğrafyasında Türklerin yaşadıkları sorunların üstesinden gelebilme, diğer taraftan da 19. yüzyılın sonlarında Osmanlının toplumlararası ilişkilerde egemenliğini yitirdiği zamanda yeni bir siyaset üretme imkânı olarak kimlik oluşturma ve varlığını ispat etme çabalarıyla ortaya çıkan kültürel bir akımı temsil eder. Entelektüel bir çaba olarak başlayan yaklaşım zaman içinde siyasal anlamlar yüklenir. Nitekim Osmanlı’nın son döneminde Akçura ve Gökalp, geliştirdikleri tanım ve önerileri ya bir toplum oluşturmak ya da bir devlet oluşturmak amacıyla eklemlemeci biçimde ortaya koymuştur. Bu anlayışlar, 1908’e kadar devam etse de İttihat ve Terakki’nin Türkçülük politikasıyla önemli değişiklikler geçirmiştir. Başlangıçta Batı aleyhtarı olmayan, İslam’a saygı gösteren, laik olmayan bu muhteva Osmanlı Devletindeki Türk halkı ögesine ve Türk dünyasına ilgiyi ön planda tutarak, Türklerin tarihteki rolü temelinde Türklüğe vurgu yapmıştır. Balkan Savaşları ve Kuzey Afrika’daki gelişmeler söz konusu yönelimi hızlandırmıştır; böylece Batı’daki modern milliyetçiliğin siyasetteki ifadesinden farklı olan bazen uzak mefkûre Oğuz Birliği bazen de Anadolu coğrafyasıyla sınırlı bir Türkçülük oluşmuştur. İmparatorluğun korunmasından vazgeçip, Türklerin kendi varlıklarını korumaya yönelik bir siyaset aracı olarak Türkçülük, Cumhuriyet döneminde üstünlük psikolojisini karşılayan, kurtarıcı bir ideoloji olarak Türk Milliyetçiliğine dönüşmüştür. Söz konusu milliyetçilik, Kurtuluş savaşından sonra kurucu ideoloji olan Kemalizm’e eklemlenerek hem İslam hem de sosyalizm ile çatışmalı bir ilişki içine girmiştir. 1940’tan sonra Kemalist milliyetçiliğin dine karşı radikal tutumundan dolayı rahatsızlık uyandıran gelişmeler sonucunda Türk-İslam sentezi gibi bir yaklaşımla Alparslan Türkeş önderliğinde ve bugün MHP (Milliyetçi Hareket Partisi) olarak bilinen ülkücü hareket ortaya çıkmıştır Her yeni eklemlenme süreci Türk Milliyetçiliğini yeni bir tartışmanın içine sokmuş; bu tartışmalar da yeni arayış ve kopmaları beraberinde getirmiştir.[4] Gümümüzde milliyetçi hareketlerin geliştirdiği çözüm önerileri ona eşlik eden siyasal ideolojilere dayandığı için liberal, otoriter ve sosyalist milliyetçilik anlayışları oluşmuştur. Başka ideolojik kümelere eklemlenen milliyetçilikler ise melez görünümler kazanmıştır.
[1] Alim Arlı, “Devletin Sürekliliği, devrimin muhafazası, toplumun denetimi sorunu: Merkez-çevre paradigmasının sınırlılıkları üzerine notlar”, Toplum ve Bilim, sayı 105, 2006, s. 118.
[2] Taşkın Takış, “Hangi Milliyetçilik?” Doğu Batı, Sayı 38, 2006, s. 7-8.
[3] Mehmet Karakaş, “Türkçülük ve Türk Milliyetçiliği”, Doğu Batı, Sayı 38, 2006, s. 58.
[4] Mehmet Karakaş, “Türkçülük ve Türk Milliyetçiliği”, Doğu Batı, Sayı 38, 2006, s. 68-72.