Güya standartlaştırılmış testler ilkin Eski Çin’de kullanılmış neredeyse 2 bin yıl önce. İngilizler, Çin’de çeşitli yerleri kolonileştirdiklerinde oradan öğrenmişler ve Avrupa’ya ithal etmişler bu sınav ve test fikrini (Sömürgeciliğin böyle faydaları varmış demek). Yekten saçma olduğu açık ve seçik olsa da bu ilişkilendirme için bir şeyler söylemek elzemdir. Modern devrin Batılıları, başka medeniyetlerden elbette bir şeyler almıştır ancak bu hemen her zaman tahrif ederek, eğip bükerek olmuştur. Bu sınav ya da test olayında ise bunun da ötesinde bir çarpıtma söz konusudur. Eski Çinlilerin kutsal Konfüçyus metinlerini yazmak, okumak, ezberlemek üzerine yaptıkları imtihanlarla seçkin devlet adamlarını belirleyip yetiştirmesi ve görevlendirmesi durumu ile Batılıların testlerinin arasında meşru bir bağ bulunmamaktadır. Testlere dayalı sınav fikri olabildiğince Batılı, olabildiğince Endüstri Devrimci, olabildiğince kapitalist, maddeci, rekabetçi ve performansçıdır. Bunların hiçbiri de geleneksel devirlere ve geleneksel dünyaya ait değildir.
William J. Reese, Test Savaşları başlıklı kitabının[1] girişinde deneyimli bir yönetici olan Charles I. Parker’ın 1878 yılında “bir sınavlar çağın”dan söz ettiği konuşmasını aktarır. Şöyle tasvir ediyor Reese, özetle;
… dinleyicileri öğretmenler, okul müdürleri ve müfettişlerdir yani meslekleri testlerin gücü ve otoritesi tarafından dönüştürülmeye başlamış bir grup eğitimci. Parker, Amerika’nın, öğrencileri “yürüyen birer ansiklopediye” çeviren, öğretmenleri erkence mezara ya da akıl hastanesine gönderen bir “examination mania” tecrübe ettiğinin farkındadır. Yöneticiler testler hazırlamakla bitmez tükenmek bilmeyen hesaplamalar yapmakla meşgulken öğretmenler de öğrencileri bu testlere hazırlamaktan başka bir şey yapamıyor, onları bilgilerle doldurmaya çalışıyorlardır. 1845’te ABD’de ilk yazılı test uygulanır. 1870 ve 1880’lere gelindiğinde oldukça yaygınlaşmıştır testler. Giderek test olayı büyük bir “business” haline gelecektir.
1960’ların sonlarında ABD’nin uzay yarışında ya da uzayın fethedilmesinde Sovyet Rusya’nın gerisinde kalmasının (özellikle Sputnik olayının temsilinde) yarattığı telaşın ve arayışın “standardize test” çağını başlattığı düşünülür[2]. Bu test çılgınlığının tarihine detaylı bir şekilde eğilmeyi amaçlamadığımız için hızlıca diğer önemli bir kavşak noktasını vurgulamak gerekir ki o da günümüz eğitim düzenlerinin hepsinin rengini veren, bizim de peşinden hevesle ve imanla koşturduğumuz, 1983 tarihli “A Nation at Risk”[3] raporudur.
Rapor, 1981’de ABD’de kurulan Eğitimde Mükemmellik Komisyonu tarafından hazırlanmıştır. Rapor, “Milletimiz tehlikede” diye başlıyor. Yapılan tespit, ABD’nin bilimde, teknolojide, sanayide, ticaretteki üstünlüğünün rakip milletler tarafından yok edilmekte olduğudur. Raporda, Sputnik zorluğunun aşılmasıyla elde edilen kazanımların çarçur edildiği belirtilirken “tek taraflı bir eğitim silahsızlanması” gerçekleştiriyoruz denilmektedir. “Eğitimce silahlanmak” fikri ne kadar da eğitimle ilgili değil mi? Ekonomik kalkınma, kapitalist ilerleme, uzayı fethetme yarışı, hepsi için eğitim en önemli silah olarak kabul ediliyor. Artık ne kadar da tanıdık ifadeler bunlar hepimiz için. Bu rapor, eğitimin ve okulların kalitesinin geliştirilmesi fikri temelinde kalitenin nicel göstergelerle ifadesini, standartlaştırılmış merkezi testlerle öğretmenin, okulun, öğrencinin performansının ölçülmesi ve takip edilmesi saplantısını içselleştirmemizi sağlamıştır. De Gaulejac’ın “nicelik saplantısı” adını verdiği hastalıklı tutumun kaynağı burada olsa gerektir. Elbette ABD milleti risk altındaysa hepimiz de risk altındaydık. Onlar “eğitim silahlanması” yapacaksa biz de yapmalıydık. Bu anlayışın bizdeki etkisi 1990’ların sonlarına doğru belirginleşip 2000’lerle birlikte iyiden iyiye ortaya çıkmıştır.
Okul eğitimi artık bütünüyle testlere ve merkezi sınavlara dayalı bir şekilde işlemektedir. Öğretim ve yönetim bu testlerdeki “başarı”yla ilişkilendirilmiş bir şekilde gerçekleşmek zorundadır. Bu sınavlarda belirli derslerden belirli türde sorular sorulduğu için eğitim düzeninde mevcut olan diğer dersler ve amaçlar anlamsızlaşmaktadır. Bu sınavlardaki puanlara dayalı bir şekilde öğrenciler, öğretmenler, okullar sıralandıkları için yarışma ve rekabet herşeyin ölçüsü olmaktadır. Okuldaki eğitimde hâlâ insanî birşeyler bulunabildiği için buradaki çaba testlerdeki başarı için yetmemektedir. Bu nedenle, yardımcı kaynaklar, test kitapçıkları, asıl testlere hazırlık için düzenli bir şekilde yapılan deneme sınavları, okul dışındaki merkezlerde alınan “test eğitimleri”, test kapsamı dışındaki derslerin test
hazırlıklarına feda edilmesi gibi aşırılıklar söz konusu olmaktadır. Teknolojinin de canı sağolsun bu tür testler ve hazırlıklar için mükemmel bir gözetim sistemi kurmaya katkı sağlamaktadır. Online yapılan testler, alınan puanlar, il genelinde, ülke genelinde yapılan kıyaslama ve sıralamalar artık 1878’deki kadar zahmet de gerektirmemektedir. Testlerin eğitimin doğasına ve insanın mahiyetine aykırı boyutlarının farkında olunduğu için “yeni nesil testler” ve “yeni nesil sorular” geliştirilmektedir. Tıpkı “sürdürülebilir kalkınma” kadar tuhaftır bu yeni nesil soru olayı da. Sorun zaten kalkınmanın ve testlerin kendisinde olduğundan bunların “sürdürülebilir”e dönüştürülmesi pek bir şeyi halletmemektedir. Yeni nesil soruların da giderek daha güçlü bir şekilde, okuma, anlama, yorumlama, yaratıcılık gibi becerileri ölçmeye yöneldiği iddiası da böyledir. Ne kadar “yeni nesilleşmiş” olsa da bu testler, eğitimin neredeyse bütün insanî taraflarını kapsam dışı bırakmaktadır. Eğitimi insan yetiştirmeye yönelen bir terbiye süreci olarak anladığımızda bu kapsam dışılık aynı zamanda “terbiye dışılık” anlamına da gelmektedir.
Sözü daha fazla uzatmak mümkün olsa da bu aşamada gerekli değildir. Eğitim sahasında eli, gözü, kulağı olan, etkisi yetkisi olan herkese seslenmek istiyor insan; daha ilkokul çağındaki çocukların bile gönlünde gözünde ve dilinde “gelecek ay test var, bütün okullardaki çocuklar girecekmiş, acaba nasıl olacak, başarılı olabilecek miyim, okulumda, ilimde, ülkede kaçıncı olacağım” telaşını ve korkusunu görmenin hiç ama hiçbir anlamı yoktur. Bu çocukların ellerine optik okuyucu formları tutuşturup, test olayına hazırlanmaya başlatmak bir facia değilse nedir? Herkesin dilinde aynı gerekçe vardır “Ama bütün hayatları testlerle geçecek şimdiden alışsınlar işte.” Bu gerekçeyi ortaya çıkaran bütün koşullar bir an evvel bertaraf edilmelidir bu durumda. Eğitim yeniden insanî iklimine kavuşturulmalıdır. Kendimizi kandırmayalım bunca çaba ve uğraş ile yapageldiğimiz şey eğitim ya da terbiyeden çok uzakta bir “testophobia imalatı”dır.
Testophobia, çocukların ya da gençlerin tecrübe ettiği değil aksine eğitimcilerin ve eğitim bürokratlarının sahip olduğu bir korku olmalıdır. Her eğitimci, bürokrat ya da karar verici bu merkezi testlerden olabildiğince korkmalı ve kaçınmalıdır arkasına bile bakmadan.
[1] William J. Reese, 2013, Testing Wars in the Public Schools: A Forgotten History, Harvard University Press
[2] Addison ve McGee, 2006, A Brief History of Accountability and Standardized Testing, University Press of Colorado
[3] A Nation at Risk: The Imperative for Educational Reform A Report to the Nation and the Secretary of Education United States Department of Education by The National Commission on Excellence in Education April 1983