Geçenlerde şöyle bir diyalog geçti benimle arabanın yan koltuğunda oturan eşim arasında; “hatun buradan mı sola döneceğiz?” “Hayır, telefonun navigasyonu diyor ki bir sonraki aradan”, “Ya iyi de benim hafızama ve yön duyguma göre buradan dönülmesi gerekiyor, hem bak yeni alt geçit açılmış, buradan olması lazım”, “Yok yok, telefon diyor ki…”, sohbet böyle giderken aniden yanlış yola giriş ve sonrasında “aslında şimdi geçtiğimiz yerden dönmemiz gerekiyormuş, navigasyon iyi okuyamadı ya da yeni yol düzenlemesi yüklenmemiş” vs… Bazen de dolaşırken alışveriş merkezlerinde ya da caddelerde, şöyle bir kalabalığa baktığınızda insanların pek çoğunun cep telefonları ile meşgul ve habire bir şeyler yazma, paylaşma telâşına düşmüş görüntüler sergilediğine şahit olmaktayız… Yine bilhassa kapalı mekânlarda oturanların birçoğunun karşısındakilerle sohbet etmek, kitap ya da gazete okumak yerine ellerindeki akıllı telefon ve benzeri cihazlarla uğraştıklarına şahit olmaktayız. İnsanın “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak…” diye haykırası geliyor Üstad Necip Fazıl misali… Yapılan bir araştırmaya göre Amerikan gençliğinin de çok önemli bir çoğunluğu her on saniyede bir telefonunu kontrol ediyor ve bir mesaj, bir paylaşım vs. var mı diye bakıyorlarmış. Demek ki durum, her yerde vahim. Telefonlarla olan bu garip ilişki tarzı psikiyatrik boyutlarda bağımlılığa sebep olmuş durumda ve önümüzdeki günler buna çareler aramakla geçecek gibi görünüyor. Elektronik cihazların oluşturduğu elektromanyetik alanın zararları yetmiyormuş gibi şimdi bir de bunlar sağlığımızı tehdit etmekte.
Hafızalı telefonlar hafızalarımızı silerek başladılar işe. Önceleri en azından birkaç telefon numarasını aklımızda tutar, yenilerini ezberlemek için uğraşır, aklımızı ve hafızamızı zorlardık. Sonra her an her şeye çok rahat ulaşabilecek imkânlar sunan akıllı telefonlar sardı etrafımızı. Elbette çok güzel işler için de kullanılabiliyorlardı, ancak kahir ekseriyetin, özellikle de genç neslin çok gereksiz, daha da acısı bir kısmının kötü amaçlarla bunları kullandığına şahit olmaya başladık. Köreltilen hafızalarımızdan sonra yön bilgimizi ve yön duygumuzu da kaybetmeye başladık “süper navigasyonlu” cihazlarla. Düşünmeye, hatırlamaya, beynimizi zorlamaya ne gerek vardı ki sahi. Nasıl olsa akıllı telefonlar bizim yerimize akıl edip düşünüyorlardı.
Mesajdı, elektronik postaydı falan derken sevdiklerimizin sesini duymaya hasret kaldık. Hem ucuzdu mesajlaşmak, hem de kolaylıkla “adet yerini buluyordu” özellikle de mübarek gecelerde ve bayramlarda. “Ben seni hatırladım, bak aklımdasın, en azından bir saniyelik mesaj kadar da olsa hatırladım” gibi muhabbetlerle; dualarda sevdiklerimize yer vermeyi, o müstesna zamanlarda ruhumuzu rahmet çeşmelerinden kandırmayı, eşi, dostu, büyükleri ziyaret edip gönül almayı, birlikte sohbet ve ibadet etmeyi değil de plastik tuşlarla “sıra savma” kabilinden mesajlaşmayı tercih ettik.
“Yapay zekâ” denilen şeyin benliğimizi, hatta daha da ötesinde sosyal dokumuzu bozmasına ve tahrip etmesine kendi ellerimizle müsaade ettik. Sonuç olarak da kalabalıklar içerisinde yalnız, içine kapanık, yetersiz, asosyal, anti-sosyal, akıllı telefonların akılsız mahkûmları haline geldik, getirildik. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi her an izlenen, her gittiği yer bu teknolojiyi üretenlerce takip edilen, her konuştuğu şey zamanı gelince kullanılmak üzere kaydedilen, mahremiyetleri örselenmiş bir güruh halinde güdülmeye başlandık. Okumak, yazmak, düşünmek, fikir üretmek, tartışmak yerine bizden daha akıllı olmayan bir başkalarının, çoğu zaman da çok da iyi niyetli olmayan birilerinin ya da bir takım organizasyonların facebook ya da twitter takipçileri arasına dâhil oluverdik. Her türlü belden aşağı vurmalar, müptezellikler, sloganlara mahkûm edilmiş sözüm ona ideolojiler arasında yolumuzu, yönümüzü kaybettik. Bu nedenledir ki elimizin altındaki her bir telefon veya benzeri bir cihaz aklımıza ve ruhumuza takılmış bir elektronik kelepçe gibi geliyor bana.
Şimdi bir an durup şöyle bir hayal edelim. İnternet, bilgisayarlar, televizyon, cep telefonları sistemleri çökse ve bir daha hiç açılmasa. En başta kendimize ve sevdiklerimize ayıracak zamanımız ne kadar da artardı değil mi? Hayır işlerine, paylaşmaya, konuşmaya, dokunmaya, hissetmeye yeniden başlamak ne de güzel olurdu değil mi? Reklam ve maç arası sohbetler, ibadetler, dizi bitiminde eğer halimiz kalmışsa hal hatır sormalar, teknolojinin sunduğu aslında birbirinin tekrarı olan bayat, seviyesiz ve insanı aptal yerine koyan programlardan arta kalan zaman ve enerji ile (o da eğer geriye bir şey kalırsa) birbiriyle ilgilenmeler yerine; yeniden aile olabilir, eşlerimizle ve yavrularımızla birebir arkadaşlık edebilir, arkadaş ve dostlarımıza çok daha fazla zaman ayırabilirdik. Yani kısacası yeniden fıtri, insani fabrika ayarlarımıza dönebilirdik. Bunu söylerken dahi teknolojik bir tabiri kullanmış olmak içimi bir kez daha acıttı doğrusu. Meğer akıllı telefonlar ve benzeri cihazlar bizi ne kadar da bozmuş, aklımızı ne kadar da ele geçirmiş değil mi?