Bu başlık sanıyorum Nihayet Dergisi’nin 2015 Aralık sayısının başlığıydı. Çok önemli bir başlık ve etraflıca üzerinde durulmayı hak ediyor. Özelde eğitime genelde ise hayatımızın tümüne ilişkin yaşadığımız başkalaşıma işaret ediyor. Eğitimde, hayatta bir takım ideolojik-sembolik karşıtlıkların belirleyiciliğinde meseleleri tüketmeye alıştığımız için hayatımızda yaşanan köklü değişikliklerin ne olduğunu, bizi ne tür çaresiz stratejiler tuzağına sürüklediğini maalesef fark edemiyoruz. Bu yüzden başlık vesilesiyle genele ilişkin birkaç noktaya değinmekte fayda görüyorum.
İbnü’l vakt olan insanın sorumluluk üstlenmeye yanaşmayan hatta tersine sorumluluk üstlenmesini gerektiren bağlılıkların ve hassasiyetlerin aşındığı bir düzlemde tecrübe edinemeyiş, özü itibariyle büyük bir varoluş açığı oluşturuyor. Bağını, bağlantısını ve önemlisi gelene ek yaparak hem kök bağlantısını hem de ‘ana ve geleceğe’ uzanma kabiliyetini yitirerek anın yüzergezerliğinde, olanın olması gereken olduğunu dayatan hayli statükocu bir realizme demirliyoruz. Bu statükocu realizm bir taraftan kültür, inanç, aidiyet parametrelerinde erozyona neden olurken diğer taraftan iletişim ve ulaşım kasırgasında maruz kalınan her türlü dalgaya eklemlenmeyi taltifleyen bir düzlemi ima ediyor.
Sürekliliği, sadakati, bağlılığı, aidiyeti gerekli kılmayan “yeni kültür”, tersine tüm bu değerlerin direniş çabalarını anlamsız ve komik kılıyor. Diğer taraftan “yeni kültür”ün kendisini dayatan siyasal formülasyonu tüm bileşenleri ile kültürün alt yapısını tahrip etmekte, müntesiplerinin gözünde bile anakronizme vardıran bir muameleye tabi kılmaktadır. Bugün geleneğin muhafazasını yapmaya, mevcut olanın istilasına direnç göstermeye kalkışanı itibarsızlaştıran, karikatürleştiren yaygın bir baskıdan söz etmeye gerek bile yok. Bu dalganın kaba iktidar düzenlemelerine yaslanmasını bile gereksiz kılan bir ahvalin içerisindeyiz. İktidarın görünmez olduğu, saçıldığı, dağıldığı hatta en muhalifin içine sızmış şekilde yerleştiği “yeni zamanlar”dayız. Panoptik düzenek temelde sürekli denetim altında tutulan mahkûmların gözetleme mekaniğine karşı koyamaz şekilde nasıl esaret altına alındıklarını, korku ve gerilimle otokontrole zorlandıklarını ifade ederdi. Bugün artık itibarsızlaştırma, karikatürleştirme ile açığa çıkan panoptik düzenekteki otokontrol baskısı değil bilakis karşı konulmaz şekilde içeri sızmış ve doğrudan varlık ve değer sistematiğini altüst etmiş şekilde esir alan, kumanda sistemini ele geçiren akışkan bir viral iktidar ile muhatabız.
Direnç sistemi çökertilmiş, tüm arka planından sıyrılmış şekilde “ne olursa gider”in tahakkümüne bırakılmış güçsüz takatsiz birey, bırakın kültür oluşturmayı, kültürün taşıyıcısı olmayı, kültüre bağlı olmayı bile sırtında yük sayan nevzuhur bir tipolojiye evrilmiş durumda. İnsanın insan olma vasfının inkâr edilemez şekilde toplumsal-tarihsel varlığından dolayısıyla bağlı olduğu arka plan üzerinden neşet ettiği gerçekliği, “yeni kültür”ün açılımları içerisinde klasik terkipleri altüst etmiş, alışıla gelen şablonları, açıklama ve izah formlarını yırtıp atmıştır. Ortada tecrübeyi gerekli kılan bir vasat yok. Tersine tecrübeyi yük sayan, hız sarhoşluğu yaşayan çağımızda geride bırakıcı olarak gören bir dünyadayız.
Anne ve babalar dahil tüm arka plan pamuk ipliğine bağlı geçmişimizin nostaljik bir gölgesidir artık. Annemizin, babamızın inançları artık bizler için yol gösterici, hayatta bizi güçlü kılacak dayanaklar değil tersine komikleşen, rasyonalitesi olmayan, kaçınamadığımız mazimizin bugünümüze vuran tortularıdır artık. Mazinin işlevsiz tortu olarak bugüne ulaşıyor olması hayatiyetinin belirtisinden değil ilgili ilgisiz her şeyin hegamon düzene payanda olacak şekilde var olmasını mümkün kılan cangılımsı ortamın karakterinden kaynaklanıyor. Varlığını devam ettirmek mümkün ama bu genel ahvalin bir aparatı, bu emperyal sıradanlığın albenili bir rengi olarak. Hayat kurucu iddialarından sıyrılarak küresel benzeşim ağının dinamizmine yakıt olarak. Bauman’ın ifadesiyle “turistlerin dünyasını” renklendiren folklorik bir dekor olarak vs.
Israrla dile getirmeye çalıştığımız ve hassasiyet talep ettiğimiz üzere kültürel dünyayı metamorfoza uğratan güçlü bir dalgayla, güçlü bir dinamikle alabora olmuş durumdayız. Bu öyle bir dalga ve dinamik ki kültürel hayatiyetin devamlılığında zafiyet oluşturuyor ve oluşan zafiyeti siyasal mühendislik üzerinden telafi etmenin imkânını ortadan kaldırıyor. Bugün temel yanılgımız, açmazlarımızın siyaset, siyasal müdahaleler tarafından kapatılabileceği yanılgısı. Hâlbuki ki tarihten biliyoruz ki “kendisini kendisi kılan” değerler üzerinden hayatla kurulan temas, Moğol istilasında talan edilse bile kurucu misyonundan geri durmaz. Lakin “kendisini kendisi kılan” dinamikler aşınıyorsa o zaman politik başarı da anlamsızlaşıyor. Gelene ek yapmayı kurumsal bir hüviyete büründüren yapılar çökmüş, içerikleri boşaltılmış şekilde gerçeğin çölüne meze olarak sunuluyorlar. Hacı Bektaş’tan Yunus Emre’ye Ah-i Evran’dan Mevlana’ya kültürün ana kodları hayatın akışına renk verme yerine teatral simgelere dönüştüler. Bugün nasıl Türkiye’nin ekonomik başarısı için siyasal istikrar dile geliyorsa tecrübe de kültürel istikrarı zorunlu kılıyor. Kültürün tüm maddi ve simgesel dayanaklarıyla işlevsiz kaldığı bir taarruzda statükocu realizme eklemlenme dışında bir varoluş çabamız olacak mı? Olabilecek mi? Asıl mesele bu sanırım.