Bugünkü encamımız taklidin ürünüdür. Taklidin hayattaki rolü ve önemi inkar edilemez: Öğrenmede, kültürde, iletişimde, sporda, sanatta, siyasette, millet ve devlet hayatında taklidi sıkça görüyoruz.
Tarihimizde pek çok taklit devrelerimiz olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgiler döneminden başlayıp Cumhuriyetle yegane model olarak benimsediğimiz taklit dönemi bize pek pahalıya mal olmuştur. Ne acıdır ki hala bu dönemi kapatmış değiliz.
Kısaca çocuk önce ana-babasını taklit eder. Sonra okulda öğretmenlerini. Giderek sanat dünyasını, sinema dünyasını ve siyaset adamlarını. Eğer bu benimseme bir yerde kesilip şahsiyeti besler hale gelmezse ferdiyet olma imkansızlaşır. Ferdiyet, benlik kurulamaz. Zanaatta da aynıdır. Usta-çırak usulü toylar için, yeni başlayanlar için elzemdir. Ancak bu ilişki bir yerde orjinaliteye dönmezse sonuç hüsrandır. Sistem, taklitçilik üzerine inşa edilmişse kendi geleceğini, dünyasını kapatmıştır. Biz, üç asırdır bu döngü içerisindeyiz. Eğitim-öğretimimiz, devlet hayatımız, sanat dünyamız ufala ufala neredeyse yokluğa müncer olur.
Üstad Hoca Nurettin’den bir misal getirir: Hoca bindiği dalı kesmektedir. Yoldan geçen biri hoca düşeceksin der. Yok yok! Hoca keser ve düşer. Hoca adamın arkasından koşar, “düşeceğimi bildin öleceğimi de bilirsin!..” Avrupalı bizim İslam dalını kesmeye başladığımızdan beri öleceğimizi bimiştir… Kıs kıs gülmüş!
Biz ona başvuruyoruz ve diyoruz ki, “madem düşeceğimizi bildin, nasıl yaşayacağımız da bilirsin!..” O da bize asırlardır zehrini akıtır şifa niyetine! Kim kimi taklit ederse o, odur, ondandır. Bir metinde okumuştum yahut bir sohbette. Her neyse ama bu mânada harikulade bir değerlendirme: Bir palyaço Firavun’un huzurunda Hz Musa’yı taklit ederek efendisini eğlendirir. -Hz Musa, “Ya Rabbi onu kahret” diye niyaz eder. Rab, -“etmem” der. Çünkü seni taklit ediyor!
Dikkat edin! Tezyif, eğlendirme anlamıyla bile olsa, taklitte edilene nisbet esas. Gel bizim batıcılara anlat anlatabilirsen? M. Ali Aynî dahi Daru’l-fünün Tarihi’nde şöyle bir misal getirir: Mülkiye Mektebi’nde gençler bilgi ve kabiliyetleri geliştikçe heyecanlı ve münevver olup çıkıyorlardı. Kimi Robespiyer’i taklit ediyor, kimi Danton rolünü takınıyor, Mara gibi hareket edenler…(Aynî age, Yay. Haz. M. Hasırcı, 1927, 12). Yazar bundan övgüyle bahsediyor. Müslüman Türk genci ancak Mara, Danton olursa makbul!
“-Yazıklar olsun onlara ki kavimlerinin an’anelerini unuturlar”. Bu söz Homer’in. Kadim Yunan’ın asil, genç bir generali bu mısrayı Büyük İskender’e, hayatına mal olacağını bile bile okur. Şöyle: Büyük İskender, Dâra’nın kavminin ona secde ettiğini görünce bu âdet hoşuna gider, kendi kavminin de aynı şeyi yapmasını ister. Bir gün bahsettiğim general, İskender şarap içerken Homer’in yukarıda ifade ettiğim mısrasını okur. İskender sofrasındaki patates peltesini asilin yüzüne çalar. General yüzünü siler ve;
“-Hayatını bana borçlusun, Granikos meydan muharebesinde seni ben kurtardım” der. İskender, kılıcını çeker ve generalini öldürür. Ama dayanamaz, kahrından erir ve önemsiz bir hastalıkla ölüp gider (İman ve Aksiyon, 47).
Burada ve benzer durumlarda tarih boyunca olan, herhangi bir toplum, millet yahut ırkın, taklit yoluyla aktarılan sunî, özenti, devşirme hareketlerle nihayet pörsüyüp, çürüyüp gittiğidir.
Bir nebze de âllame İkbal’i dinleyelim:
Taklitçilik dilenciliktir. Dilencilikle benlik kurulamaz. Kurulduğu düşüncesi bir yanılsamadır. Sahte bir benliktir. Özellikle Batı’yı taklit Doğu’lu insanda özü yitirmiş, özgünlüğü ve yaratıcılığı bastırmış, gelişmeyi saptırmıştır (K. G. Saiyidan, İkbal, Eğitim Felsefesi, Çev: N. Tozlu, Ankara, 2003, 10). İkbal sürüp giden bu taklit furyasını pek çok şiirinde çarpıcı ifadelerle dile getirir ve reddeder. Uzun bir şiirinden birkaç mısra:
“Ey kalbim daha ne kadar zaman yanacaksın pervane gibi,
Yabancının ateşi etrafında ne kadar kanat çırpacaksın?
Tutuştur benliğini kendi ateşinle!..”
Benliğin yitimi başkasını, başka toplumları benimseme iledir. Bunu hakkıyla sorgulamayan toplumlar ne kendileri ne de başkaları olabilirler. Fert kendini gerçekleştiremediği müddetçe şahsiyet olamaz. Kendi olamaz. Dolayısıyla yaratıcı, kurucu, tefekkür edici de olamaz. Nihayet bu tür fertlerden meydana gelen toplumlar, milletler de gerçekte var olamazlar.
Bütün bunlardan dolayı Üstad en evvel yüzyıllardır süregelen bu taklit basitliğinin, furyasının, ucuzluğunun durdurulmasını ister. Sonra da gençliğin geçmiştekilerden hiç kimseyi taklit etmeyeceğini haykırır. Anasını-babasını, dedesini, ninesini vs. Bunlara mümin oldukları için saygı duyacak ama İslam’ı bugünkü duruma düşürdükleri için bunları hiçbir hususta taklit etmeyecektir. Aynen bunun gibi günümüz İslam dünyasındaki madde ve manaları geçkin, pörsük, [şuna, buna kul] örnekleri de taklit etmeyecektir. Dahası var:
-Tek bir örneğe göre inşa edilecektir. Bu örnek sahabiler ve onların gerçek bağlılarıdır. Diğer örnekler yanıltıcıdır. Mesela bugünkü gençlik; yanıltıcıdır. Çünkü;
- Gayesiz,
- Murakabesiz,
- Rehbersiz,
- Şahsiyetsiz ve
- Mesuliyetsizdir.
Dünkü gençlikte;
- Çürümüş,
- Kokmuş ve
- Şaşırmış olduğu için yanıltıcıdır.
Evvelki günkü gençlikte pek çok hastalıkla malüldür. Dolayısıyla o da yanıltıcıdır. Hastalıkları:
- Aşksız,
- Vecdsiz,
- Ruhsuz
- Heyecansız ve sadece kitapların başlıklarına, mevzularına takılı softacıklar.
Gençlik, İslam inkılabının ruhunun döküleceği bir kalıp halini almalı. İnsanın şahsiyet olması sadece kendi kültürel mirasından beslenmesi ve ilham alması ile sağlanır (İman ve Aksiyon, 36). Şimdi mesele şu: Böyle bir gençlik yetiştirilebilir mi? Yetiştirilebilirse nasıl? Belli ki iş gelip eğitime dayanıyor. Öyleyse Necip Fazıl’ın böyle bir eğitim sistemi, felsefesi, modeli var mı?