Nitekim bugünün gençliğinin eskiye nazaran daha dinamik, zihinlerinin daha sağlıklı, daha konforlu bir hayatı yaşadıkları ve gençliğin artık biyolojik ölçütlerle değil; etkinliklerle ya da zihniyetle tanımlandığını söyleyebiliriz. Hatta dijital neslin veri taarruzuyla beyin gelişimlerini daha etkin kullanarak dil, mantık ve sosyal beceriler açısından geliştirdiklerini görebiliriz.
Giriş
John Locke, İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme adlı eserinin üçüncü bölümünde açık ve seçik ideleri olmayan ve hiçbir şeye işaret etmeyen sözcüklerin kullanımına dair düşüncelerini açıklarken şöyle der:
Bütün dillerde öyle sözcükler görülür ki, iyi incelendiklerinde, bunların, asıl kaynaklarında ve alışılan kullanımlarında herhangi bir açık seçik idenin yerini tutmadıkları anlaşılır. [1] …Öyleleri de vardır ki, ilk kullanımlarında açık ve seçik bir ideye bağlanmamış sözcükleri kullanmamak için hiçbir dikkat göstermeyerek bu kötü kullanımı daha da ileri götürürler ve bağışlanmaz bir savsaklayıcılık ile dilin özelliğinin hiçbir seçik anlamı olmayan çok önemli idelere bağladığı sözcükleri kolaylıkla kullanırlar. ‘Bilgelik,’ ‘utku,’ ‘mağfiret’ ve benzer sözcükler herkesin dilindedir; fakat bunları kullananların büyük bölümüne bunlarla ne demek istedikleri sorulduğunda ne cevap vereceklerini bilemeden kalırlar; bu da, sesleri öğrenip kolayca kullanmalarına karşın, zihinlerinde bu terimlerle başkalarına aktaracak belirli bir idelerinin bulunmadığının apaçık kanıtıdır.[2]
Locke’un bilgelik, utku ve mağfiret sözcüklerine dair yukarıdaki ifadelerine ‘gençlik’, ‘yaşlılık’ kavramlarını da ilave etmek mümkün gözükmektedir. Zira söz konusu kavramların tam olarak neye delalet ettiği konusunda somut bir açıklık olmadığını; onların rölatif konular olarak karşımızda durduğunu söyleyebiliriz. Gençliği ya da yaşlılığı biyolojik, psikolojik ve sosyolojik özellikler açısından belli yaş parantezine almanın belki istatistiklere yardımcı olmak için geçerli ve elverişli olsa da anlamak istediğimiz olguları tam olarak yansıtmadığını öncelikle ifade edebiliriz. Hatta yaşadığımız çağda biyolojik bariyerlerin kalktığını; teknolojik ve tıbbî imkânları kullanarak kök hücre tedavileriyle insan beyninin yenilenebileceğine dair işaretleri göz önüne aldığımızda, söz konusu kavramların ifade ettiği süreçlerin daha da karmaşık olabileceğini umabiliriz. Bu yüzden gençlik ve yaşlılık dönemlerine yönelik yaş aralığını oluşturmanın zorlaştığını; beden ve zihin hayatına ilişkin yeni bulguların keşfedilmesiyle onlara dair anlayışlarımızın gelişeceğini ve farklılaşacağını görebiliriz. Sözgelimi sadece nüfus kâğıdında yazılan kronolojik yaşımızın değil; epigenetiğimizi yansıtan, biyolojik ve nihayetinde yeni deneyimlere açık olmayı ve hayata pozitif bakmayı gösteren psikolojik yaşımızın olduğunu tespit etmek, söz konusu kavramlara yönelik anlayışlarımızı derinleştirmiştir. Ancak bu gelişmelere rağmen bedenin mi ruhu ya da ruhun mu bedeni daha fazla etkilediğini tespit edemediğimizi, ama bununla birlikte şimdilik her ikisinin de sağlam tutulmasının gerekli olduğunu söyleyebiliriz.
Gençliği Anlamak
Hayat örgümüzde hem gençliği dinamik bir şekilde yaşamak hem de yaşlılığımıza sağlıklı temeller oluşturmak için gençlik dönemine önem vermemiz gerektiğini fark etmemiz lazımdır. Nitekim bugünün gençliğinin eskiye nazaran daha dinamik, zihinlerinin daha sağlıklı, daha konforlu bir hayatı yaşadıkları ve gençliğin artık biyolojik ölçütlerle değil; etkinliklerle ya da zihniyetle tanımlandığını söyleyebiliriz. Hatta dijital neslin veri taarruzuyla beyin gelişimlerini daha etkin kullanarak dil, mantık ve sosyal beceriler açısından geliştirdiklerini görebiliriz. Gerçekten de gençlik, düne göre daha çok öğrenmekte; yeni deneyimlerle zihinsel gelişimlerini daha da hızlandırmakta; hobiler, oyunlar, danslar ve ritüellerle kendilerine yeni ufuklar oluşturmaktadır. Nitekim bu doğrultuda fiziksel yapılarını sağlamlaştırmak için yoğun çabalara göstermekte; yani diyet, düzenli spor, detoks vb. etkinlikler de bedenlerinin yaşlanmasını yavaşlatmaktadırlar.
Günümüz gençliği söz konusu gelişmeleri yaşasa da benlik inşası ve özgürlük hususunda daha karmaşık süreçlerle karşılaşmıştır. Zira benlik oluşturmak ve özgürlük vasıtasıyla kendini gerçekleştirmek her gencin, hayatın anlamını kendi kültüründeki “mana küreleri” üzerinden fark edebilmesi ve bu kürelerde kendisine yer bulması olarak nitelendirilebilir. Tüm bunlar gencin kendilik bilincini oluşturma sürecinde insan olmanın en üst düzeylerine çıkabilmesi ve mutlu olabilmesinin sınırlarını ve zorunluluklarını görebilmesini gündeme getirecektir. Oysa özgürlüğünü maksimize ederek benliğe yani bir şahsiyete sahip olmak, bu dünyada elde edilebilecek en büyük servet olmasına karşın aynı zamanda en zor görevdir. Söz konusu servete sahip olmak temelde varoluşsal bir hadiseye işaret eden bilgi ve düşünce sorununa dayanır. Bu sorunun elbette boşlukta değil; bir kültür küresinde kavranıldığı unutulmamalıdır.
Gencin kendisini teşhis ettiği en geniş kimlik seviyesi olan kültür, hayatın ve çevrenin idrak edildiği bir vasatı temsil eder. Bu vasat olmaksızın ne kendimizi ne toplumumuzu ne de çağı anlayamayız; olup bitenleri değerlendiremeyiz. Bu çerçevede kültür, toplumun yaşadığı deneyimlerden oluşan; dil, din, tarih, bilim, felsefe, sanat vb. ortak objektif unsurları tarihsel süreçte damıtarak, bir araya getirdiği bütünü temsil eder. Söz konusu bütün, esasen köklü bir iddia taşır ve bu iddia toplumları birbirinden ayıran ayrılıklar ile mesafeyi; inanç ve yaşam biçimi itibarıyla da farklı var olma biçimlerini yansıtır. Bu var olma biçimi, belirli bir toplumsal dünyada yaşayan insanların ortak, bütünlüklü ve ayırt edici bir çizgiyi oluşturdukları kültür dünyasıdır. Bir kültürün ortak, bütünlüklü ve ayırt edici hususiyeti ya da kültürün yayıldığı ve taşındığı ortak, temel çizgiler her daim bir kişilik, bir kimlik yapısında tezahür eder. Böylece bir kültür kişisi, herhangi birisi değil, tersine belirli bir kişi olarak hayatını sürdürür, değerleri ile manasını izhar eder.
Açıktır ki kültür dinamik bir niteliğe sahiptir; artan, çoğalan bir içeriği yansıtır. Ancak bu niteliğin yanında ikinci bir özelliği daha vardır; o da geleneği sürdürerek geçmişe bağlı olmasıdır. Tam bu noktada kültür olgusunun bazen artan, değişen ve gelişen yönü bazen de geleneğe, yani geçmişe bağlılığı üzerinden tanımlandığını ve anlaşılmaya çalışıldığına tanık oluyoruz. Kültürü; siyasî, felsefî veya kişisel eğilimlere göre artma ya da geçmişe bağlılığı üzerinden yorumlamak mümkün olsa da, her iki özelliği birleştirerek onu anlamaya çalışmak; birbiriyle çelişik görünen söz konusu iki özelliği birlikte düşünmek öncelikli olmalıdır. Eğer bir kültür içindeki geçmişe ait öğeler ortadan kalkarsa, toplumun geçmişine ait bütün kazanımlar da şüphesiz yok olup gider. Buna karşın kültür, geçmişin, yani geleneğin tahakkümü altına girerse bu onun çökmesine, yenilikleri karşılayamamasına, geçmişe bağlılık olarak fanatizme ve içi boşaltılmış bir aidiyetin simgesi haline gelmesine sebep olur. Her iki durumun sıkıntılarından kurtulmak için kültürün dengesini bulmaya, hayat ritmini yakalamaya ihtiyacı vardır. Sanırım ülkemizin iki yüzyıllık modernlik macerası sadece değerler karmaşası, ruh huzursuzluğu değil; Tanzimat’tan beri yaşanan ikilemin, bölünmüş bir benliğin anlatısı olabilir. Bu anlatı, kendimizi evimizde hissetmediğimiz, bir tür yersizlik, yurtsuzluk halini yansıtmaktadır. Kültürümüzde yaşanan sorun sürekli yeniden yorumlanması gereken, asla tüketilemeyecek açık uçlu bir serencama karşılık gelmektedir.
Gencin kendi kültürü içinde varoluşu anlayabilmesi için önce kavramlarını oluşturması, gerçekliğe nerden ve nasıl baktığına dair tasavvurlara, yani kavramlara sahip olması gerekir. O halde ilk husus, gencin kendi kavramlarına sahip olması, onları yeniden üretmesidir. Bu yüzden ilk sorun gerçekliğe dair resimler oluşturmak, yani kendi kavramlarımızı üretebilme sorunudur. Kavramlar üretilemezse, yani varoluş kendi kavramlarımızla anlaşılamazsa, bu takdirde ödünç kavramlar alınır ve onlarla gerçekliğe bakılır. Bu çerçevede kavramlar bireyin ya da toplumun gözlüğü konumundadır. O gözlük neye odaklanıyorsa ya da nasıl bir çerçeve çiziyorsa varlık öyle görünür. Mesela bu durumu gösteren en temel örnek kadim dünyanın kavramlarıyla modern dünyanın kavramlarını birbirine karıştırmamızdır. Sözgelimi “İbn Sînâ’nın epistemolojisi” dediğimiz andan itibaren marifet nazariyesi tabirimiz geride kalıyor. O halde kavram ve düşünceleri bugüne nasıl taşlayacağımız, onları nasıl yorumlayacağımız sorununu karşılaştığımız en acil sorundur.
Kültür içinde kendi kavramlarımızı ürettiğimizi düşünelim, peki her şey ya da tüm sorunlar çözülüyor mu? Elbette hayır! Öyleyse, kavram üretiminden sonra kendi kavramlarımızdan daha büyük bir resim çizeceğimiz bir sürece yönelmemiz gerekir. Bu yönelim, kavramlar arasında ilişkiler kurduğumuz ya da büyük resmi oluşturabilmenin adı olan tefekkürdür. Tefekkür, Türkçemizde düşünme hadisesine gönderme yapsa da semantik olarak ondan daha fazlasına işaret etmektedir. Zira tefekkür, kültür içinde bireyin Tanrı-insan-kâinata dair bir şuur oluşturduğu ve medeniyetine dair ayırt edici çizgiler ortaya koyduğu varoluşsal bir hadiseyi seslendirmektedir. Bu çerçevede söz konusu hadisenin, bir iklim içinde oluştuğu ve geliştiği; kendi varoluşunu gerçekleştireceği şartları daima taşıması gerektiği unutulmamalıdır. Nitekim bir kültürün gerçekliğe ilişkin resimleri çoğaltması ve yenilemesi gerektiğini düşündüğümüzde, tefekkürün sürekli bir faaliyet olması gerektiğini fark edebiliriz.
Bir kültür içinde kendi tasavvurlarımızı ve tefekkürümüzü ürettikten sonra yapılması gereken, “tenkit” aşamasını sürece dâhil etmektir. Zira tenkit, bir kültürün dinamiği ya da motor gücünü temsil eder. Eğer bir kültürde tenkit faaliyeti yoksa – o kültür verili de olsa- elinizdeki malzemelerle sağlıklı yapılar oluşturamazsınız. Eğer tenkit ettiğiniz, yani elediğiniz şeylerden üstte kalanlarla, yani sağlam ve uygun malzemelerle bir inşa gerçekleştirmezseniz tarih sahnesinde yer alamazsınız. Zira tarihe düşen bütün kavramların kabuk tutması gibi tefekkür de kabuk tutar. Tefekkürde kabuk tutmanın İngilizcedeki karşılığı fogyism, yani eski kafalılıktır. Eski kafalılık, yaşlanmakla alakalı değil; kavramlarının içeriğini değiştirmemekle, güncelleyememekle ilgilidir. Çünkü kavramlar da tefekkür de tazelenmek ister; tazelenmeyen, yenilenmeyen kavramlar ve tefekkürler kokarlar. Bu noktada kavramların kendisi değişmez ama onların içeriği, anlamı hatta idraki değişir; bu yüzden de tefekkür faaliyetine tenkitin eşlik etmesi lazımdır. Ancak tenkit derken, ‘yazar olamayan eleştirmen olurmuş’ tarzında bir eleştiriyi değil; gerçekliğe yeni ışıklar, yeni perspektifler altında bakılması gerektiğini kastediyoruz.
Peki, tasavvur, tefekkür ve tenkit süreçleri nihai bir aşamayı mı temsil eder? Elbette hayır! Bu noktada dördüncü aşama tahayyüldür. Tahayyül, imgeleme dünyasına gönderme yapar. O, söz konusu süreçleri imgelem düzeyine taşıyarak bir tür anlama uzayı oluşturur. İmgelem düzeyi ne kadar geliştirilirse anlama uzayının, varoluşu idrak evreninin gelişebildiğini söyleyebiliriz. Kültür içindeki unsurların bu süreçlerde gerçekleştiğini; kavramlardan tefekküre, tenkitten tahayyüle yol açarak dinamik bir şekilde ilerlediğini düşünebiliriz. Bununla beraber kendi kavramlarımızı bulmanın ve onları kuşku kancasında sorgulamanın zor ve disiplin isteyen bir iş olduğu; tefekkürün cesaret isteyen bir yolculuk, yani ruh ve zihin arasındaki dar geçitlerde kendisine yol bulmak ama çoğu kez yoldan çıkmak olduğu; tenkitin ise açık uçlu bir seviye, özgür bir atmosferi gerektiren bir faaliyet olduğu; tahayyülün gerçek soruları davet eden bir düzey olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.
Gencin kendini gerçekleştirmesi, hayatının manasını kavraması, kendilik bilinci ya da kimlik ve kişilik kazanması yukarıda ortaya konulmaya çalışılan kültür dünyasının farkındalığı ve ardından hem bireysel hem de toplumsal düzeydeki sorumluluklarını gerçekleştirmesiyle oluşur. Bu farkındalık ve sorumluluk, gencin taşıdığı değerler ile anlamları bizzat benimsemesiyle, onlara ‘kendi’ gözüyle bakması veya ‘okuması’ ile gerçekleşir. Kültüre ‘yabancı gözlerle’ bakanlar, şahsiyet ve dolayısıyla da kimliğin yitirilme tehlikesine yol alırlar. Zira şahsiyetin en önemli olgusu, insanın dünya algısının ve olguları gözlemleyişinin kendi değerlerinden neşet ediyor oluşudur. Gerçekten şahsiyet, kültür dünyasının oluşması, dünyayı anlamlandırma çabaları, dünyaya kendi idrak noktasından bakışa dayanır. Bu bakış, kişinin eylem ve ruhunu düzenleyerek; bir ‘ben’ olma, bir kimlik kazanma işlemine dönüşür. Kültür sürekli oluşum içinde değişip gelişse de kimlik ve kişilik bir yapı değişmezliği ortaya koyarak, bir yönüyle kalıcı olan ‘ayrılıklar’ ve ‘mesafeyi’ tarih içinde saklar ve kişinin özgünlüğünü ortaya koyar.
[1] John Locke, İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme, Kabalcı Yayıncılık, İstanbul, 2013, s. 339-440
[2] John Locke, İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme, s. 340.