Hayatın sürprizlerle dolu olduğu bir gerçek. Bu kavram ilk bakışta insana huzur veren bir anlam taşısa da bunun tersi de olabiliyor. İstediğimiz kadar her türlü sürprize açığız diyelim, her defasında şaşırmadan edemiyoruz. Duygularımızla yaşayan bir varlık olmamızdan ileri geliyor bu. Duygularımız, çoğu zaman aklımızın önüne geçiyor ve bizi hâlden hâle sokuyor. Yıllardır görmediği bir dostuyla, hiç ummadığı bir yerde burun buruna gelen birinin coşkusunu düşünün. Ne güzel bir duygudur bu ve insana ne güzel yaraşır.
Dedik ya hayat, her zaman güzel sürprizlere gebe değil. Keşke öyle olsa ama maalesef hayatın beyaz sayfaları kadar gri, hatta siyah sayları da var. Bardağın dolu tarafıyla mutlu olmak varken boş tarafıyla hüzünlenmek niye, diyebilirsiniz. O zaman, sadece size ve vurdumduymaz kimliğinize ait sırça bir köşkünüz olur ve siz orada gönlünüzce(?) yaşarsınız. Kanaatimce eğitimcilerin üzerinde durması gereken önemli konulardan biri de budur. İnsanın, mutluluğun yanında üzüntüye de hazır olması gerektiğini öğretmek. Bir başka ifadeyle sürprizin bal tatlısı olabileceği kadar zehirden de acı olabileceğini sezdirmek.
“Rüzgâr eken, fırtına biçer.” diyen atasözümüz, bazılarımızın “sürpriz” diye adlandırdığı olayların aslında hiç de öyle olmadığını ortaya koyar. Öyle ya, sen muhtemel bir felaket için her türlü altyapıyı hazırla, acı gerçek bir gün okkalı bir tokat gibi yüzüne çarptığı zaman isyan et. Hayır kardeşim, isyan etmeye hakkın yok. Bu sonucu sen hazırladın. Öyleyse bundan ders alacaksın ve bir daha aynı hataya düşmeyeceksin. Mesela, 2020 yılından beri dünyayı kasıp kavuran korona virüsün yol açtığı felaket karşısında alınması gereken hiçbir tedbiri almadığı için hastanelerin yoğun bakım ünitelerinde yaşam savaşı veren insanlar gibi olmayacaksın. Felaketi bizzat yaşamak zorunda kalmadan, tedbirini alacaksın. Yoksa, “Bana değmeyen yılan bin yaşasın.” diyenler gibi olursun. O yılan, önünde sonunda gelir seni de bulur. Ne yazık ki o zaman iş işten geçmiş olur. Eğitimciler, bu konuyu da dikkate almalı; her kademede ve her yaşta öğrenciye hayatın acı gerçekleriyle baş etmenin yolunu öğretmeli. Sadece eğitimciler değil, yüreğinde zerre kadar sorumluluk duygusu olan herkes, bu konuda elini taşın altına sokmalı. “Bütün bunlar zaten yapılıyor, hem de yüzyıllardır.” dediğinizi duyar gibiyim. Yaklaşık yarım asırlık bir eğitimci olarak size vereceğim cevap şu: Evet, yapılıyor ama yeterince sonuç alınamıyor çünkü başarı bir şeyi dikte ederek değil onu bizzat yaşayarak kazanılıyor. Okuyucularım vereceğim basit örnekler için lütfen beni bağışlasınlar. Bir çocuk, çevresindeki herkes kırmızı ışıkta durduğu zaman öğrenir trafik kurallarını. Çevresindeki herkes elindeki çöpü yere değil çöp kutusuna attığı zaman öğrenir çevre temizliğini. Çevresindeki herkes, “ben” değil, “biz” duygusuyla hareket ettiği zaman öğrenir gerçek insan olmanın hazzını. Çevresindeki herkes; ailemden, arkadaşlarımdan, komşularımdan, hatta
devletimden -haksız yere- ne alabilirim değil, onlara ne verebilirim duygusuyla dolup taştığı zaman öğrenir büyük bir milletin güçlü bir ferdi olduğunu. Çevresindeki herkes, milletinin bütün değerlerine yabancı olmak yerine onları baş tacı ettiği zaman çözer tarih sahnesinde kalıcı olmanın şifrelerini.
Turgay Keskin’in, Montessori ile Çocuk Eğitimi kitabında dikkat çekici bir bölüm var: Afrika’da çalışan bir antropolog, bir kabilenin çocuklarına bir oyun oynamayı teklif eder. Ağacın altına koyduğu meyvelere ilk ulaşanın ödülü, o meyveleri tek başına yemek olacaktır. Onlara, hadi başlayın, birinci olan ödülü kazanacak, der. O anda bütün çocuklar el ele tutuşur, birlikte koşup ağacın altına birlikte varır ve meyveleri birlikte yerler. Antrapoloğ, neden böyle yaptıklarını sorduğunda şu cevabı alır: “Nasıl olur da birilerimiz mutsuz olurken birimiz o meyveleri yiyebilir ki? “Sen” “ben” değil, “biz” olduğumuz zaman gerçek “ben” oluruz. Biz buna UBUNTU deriz. Turgay Keskin, bunları anlattıktan sonra İtalyan bilim insanı ve eğitimci Maria Montessori’nin “Öğrenme bir yük değil, zevktir.” dediğini aktarıyor. Aslında bu tespit, bilinen bir gerçeği ifade ediyor; bilinen ne yazık ki yeterince uygulanmayan bir gerçeği.
Ne zaman ki öğrenmeyi bir yük olarak görmez aksine ondan zevk almaya başlarız, işte o zaman dünyamız bir gül bahçesine döner. Rengârenk ve hoş kokulu güller donatır her yanımızı. İşte o zaman kötü diye adlandırdığımız sürprizlerin hayatımızdan çıkıp gittiğini görürüz. İşte o zaman kimse dere yataklarına ev yapmaya yeltenmez. Diyelim ki insan zaafına yenilip böyle gafilce bir teşebbüste bulundu, belediyeler böylesine bir talebe asla izin vermez. Öyle ya, belediyeler halkın refah ve huzuru için vardır, şahsi menfaatleri tatmin etmek için değil.
Eğitimi bir yük olarak değil zevk olarak algılayanlar, Mevlana’nın “Gözleri kamaştıran renkli camları kır da öyle bak ki gözüne çarpan şeyin ne olduğunu görebilesin.” sözünü idrak eden kişilerdir. Öyle ya her şeklin ve kalıbın bir de özü vardır. Buna insan da dâhildir. Kalıbını kırıp özüne inmeyi başaranlardır insan olmanın şuuruna varanlar. İnsan olmanın şuuruna varmak da eğitimi zevk olarak görmekten geçer.
Hayatın sürprizlerinden bahsetmiştik değil mi? Aklımız ve gönlümüz gerçek bir eğitimle hemhâl olunca bize sürpriz gibi gelen şeylerin hiç de öyle olmadığını anlarız. Onlar olsa olsa Allah’ın, aciz kullarını şaşırtan olaylardan başka bir şey değildir. Evet, aciz de olsak insanız ve güzel sürprizlerle mutlu olmaya ihtiyacımız var.
Öyleyse bir sürpriz de ben vereyim size:
“Sevgi nakış, sevgi desen;
Yücelirsin sevgide sen.
Yeri göğü bir edersin,
Eriyince sevgide sen.”
Yusuf DURSUN
19.08.2021
İstanbul