Abdulbaki Değer
İki yıl önce katıldığım bir televizyon programında sunucu heyecanlı bir şekilde hazırlanan Öğretmenlik Meslek Kanunu (ÖMK) hakkında ne düşündüğümü sormuştu. Bürokratik geleneğimizden, sürecin yönetilme biçiminden ve kanuna ilişkin yansıyan haberlerden hareketle bizatihi kanundan ziyade içeriğinin önemli olduğunu ve bu şartlarda çıkacak bir kanunun da öğretmenler için pek bir şey ifade etmeyeceğini belirtmiştim. Verdiğim cevaptan hoşnut olmayan sunucu muhtemelen benim MEB’i veya hükümeti takdir etme konusunda çekince koymama bağlamıştı durumu. Oysa Türkiye’de zannedildiği gibi meseleler sadece övme ve yerme sarkacında değerlendirilmiyor. Övme-yerme sarkacının çok kullanışlı, ikna edici ve üstelik çok da ucuz bir araç olduğunu elbette biliyorum. Ama ne hayat ne de yaşadığımız kronik sorunlar bu basitlikte.
Dönelim mevzumuza. Nitekim Şubat ayında ÖMK resmi olarak açıklandı, yürürlüğe girdi. Adı büyük ancak içeriği olmayan kanun çıktığında yaptığım değerlendirmede (https://www.maarifinsesi.com/ogretmenlik-meslek-kanunu-olsa-iyi-olurdu/) durumun Gandhi ile İngiliz gazeteci arasındaki diyaloga benzediğini ifade etmiştim. Bilindiği üzere İngiliz Gazeteci Gandhi’ye “Batı medeniyeti hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sorduğunda Mahatma Gandhi “Olsa iyi olurdu!” şeklinde cevap vermişti.
Büyük bir coşkuyla kamuoyunca karşılanan düzenlemenin içeriği itibariyle yetersiz ve problemli olduğuna dikkatleri çekemedik. Nihayetinde ÖMK ile getirilen kariyer sisteminin uygulama süreci başladıktan sonra itirazlar, eleştiriler gelmeye başladı. Hem bu itirazlar-eleştiriler hem de bu itiraz ve eleştirilere MEB’den ve sayın bakandan gelen cevaplar neden içler acısı bir hâlde bulunduğumuzu açıklar mahiyette. İtirazlar-eleştiriler bu tarz bir düzenlemeyle öğretmenlerin-öğretmenliğin aşağılandığını, itibarsızlaştırıldığını dile getiriyor. Bakan ve bakanlık ise “sınavı aslında biz istemedik, sendikalar istedi, sınav yapacağız ama sınav zor olmayacak” şeklinde evlere şenlik açıklamalarda bulunuyor.
Yapılan bir düzenlemenin uygulamada neye dönüşeceğini kestiremeyen bir eğitim kamuoyunun başına gelen şeyi fazlasıyla hak ettiğini belirtmek durumundayız. Güzel ve süslü cümlelerle kendinden geçmenin bedeli gerçeğin sert çölünde aşağılanmadır. Diğer taraftan bakanlık da sanki eğitim-öğretim faaliyetini istemeden, zorla yürütüyormuş gibi davranıyor. Sanki kendisini ilgilendiren bir durum yokmuş da mecburen ortama nezaret ediyormuş gibi açıklamalarda bulunuyor. “Sınavı biz istemedik, sendikalar istedi” açıklaması ne demek? Siz istemediniz de sendikalar sizi hangi pedagojik gerekçelerle ikna etti? Kim bu sendikalar? Hangi ortamda, hangi platformlarda ne için bir araya geldiniz, bu çetin pazarlıkları yürüttünüz? Ben de bir sendika yöneticisiyim ve MEB’in konuyla ilgili görüşümüzü merak edip başvurduğunu görmedim bugüne kadar. Yine benzer bir açıklama “sınav yapacağız ama sınav zor olmayacak” şeklindeki açıklama. Ciddiyetten yoksun bu açıklama, başlı başına MEB bünyesinde yürütülen faaliyetlerin nasıl ciddiye alınmayacak faaliyetler olduğunu gösteriyor. Böyle bir açıklama olabilir mi? Bu sınav için öğretmenlerin izlemek zorunda kaldıkları eğitimlerin ve hazırlandıkları içeriklerin bir bölümünü “ölçme-değerlendirme” oluşturuyor. O bölümde ölçme-değerlendirmenin önemine ilişkin literatürü sözüm ona büyük bir ciddiyetle anlattırıp daha bunları anlatmaya devam ettiğiniz süreçte de “bakmayın böyle anlattığımıza” dercesine sınavın kolay, anlamsız, göstermelik bir şey olduğunu söylemek hangi yönetsel akılla izah edilebilir? En basitinden bir sınavın geçerliliği ve güvenilirliği yoksa koca bir ülkenin koca bir teşkilatını bu tarz aldatmacaya alet etmenin ne gereği var?
Başka pek çok açıklama var ancak çok fazla uzatmak istemiyorum. Büyük laflar eşliğinde makuliyeti, meşruiyeti olmayan işler yapıyoruz. Bu hadise bize eğitim bahsinde problemimizin ne olduğunu yeterince açık ediyor. Kendi yaptığı işi ciddiye almayan, ciddiye almadığı gibi alabildiğine hafifleten bir bakanlığın, bir yaklaşımın, bir iş görme tarzının başarı göstermesi mümkün değil. Bakanlık hala eğitimi kendi söylem ve uygulamalarından bağımsız öğretmenler eliyle okullar içinde yürütülen teknik bir faaliyet zannediyor. Bir işi nasıl içeriklendirdiğinin, nasıl yönettiğinin, insanları ne tür muamelelere tabi tuttuğunun belirleyici eğitim olduğunu, eğitim faaliyetinin kaderini tayin ettiğini bile fark etmiyor. Böyle olunca da elbirliğiyle çevirdiğimiz bu dolabı eğitim-öğretim faaliyetiymiş gibi kabul etmekten başka çaremiz kalmıyor. Aksi taktirde ciddi olmamız, ciddiyet talep etmemiz, yürütülen iş ve işlemler ile ilgili sorumluluk üstlenmemiz gerekiyor. Şu ana kadar yaşananlara bütün halinde baktığımızda ne ciddi olmak ne ciddiyet talep etmek ne de sorumluluk üstlenmek gibi bir derdimizin olmadığı görülüyor. Bunlar olduğunda zaten başka şeyleri, başka şekilde konuşuyor olacağız.