Dr. Hasan YILDIZ
Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Medresesinin Taşra Şubesi(*):
1 Ekim 1914 tarihli Islâh-ı Medâris Nizamnâmesi’yle gerçekleştirilen ıslahatın ilk adımı İstanbul’daki medreseler için atılmıştı. İstanbul medreseleri “merkez teşkilatı” çatısı altında yapılandırılmış, ayrıca peyderpey taşradaki medreselerin de ıslahat kapsamına alınacağı hususu nizamnamenin amir hükümleri arasında yer almıştı. Nitekim kısa sürede bu adım da atıldı ve taşrada “Beş Senelik Taşra Medârisi” adıyla Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Medresesinin şubeleri açılmaya başlandı.
Ancak Anadolu’da beş senelik taşra medreseleri açılmaya devam ediyorken yine Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Medresesinin bir şubesi olmak üzere Kudüs’te farklı bir medrese modeli ortaya çıkıyordu. Selahaddin Eyyûbî Külliye-i İslâmiyyesi adıyla anılan bu medrese nev-i şahsına münhasır bir medrese olmasının yanında uluslararası niteliğe sahip yeni bir medrese modeliydi.
II. Meşrutiyet dönemi medreselerinde gerçekleştirilen ıslahatın özellikle mahalli ihtiyaçlar dikkate alınarak planlandığı göze çarpmaktaydı. Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Medresesinin şubeleri olarak Anadolu’da açılan medreseler için Anadolu insanının temel dini ve eğitim ihtiyaçlarını karşılayacak bir yapı ve müfredat belirlenirken Kudüs’te bölge halkının ve özellikle Arapların çoğunlukta olduğu memleketlerin dinî ihtiyaçlarına cevap verecek nitelikte ve dünya Müslümanlarını kaynaştırma amacına hizmet edecek bir teşkilat yapısı ve müfredatıyla yeni bir medrese modeli hayata geçiriliyordu.
Külliye’nn öncelikli amacı başta Araplar olmak üzere farklı etnik kökene mensup Osmanlı tebaası Müslümanların birlikteliğini sağlamaktı. Üst amaç ise tüm dünya Müslümanlarının İslam ortak paydasındaki birlikteliğiydi.
Külliye, Dördüncü Ordu Kumandanı olarak Filistin bölgesinde bulunan Cemâl Paşa’nın(öl. 1921) talep ve ricasıyla hayata geçirilmiş bir eğitim projesiydi. Bu projenin hayata geçirileceği mekân, vaktiyle Selâhaddîn Eyyûbî tarafından medreseye dönüştürülmüş bir kiliseydi. Bilahare Fransız misyonerlerinin eline geçmiş olan bu mekânın Cemâl Paşa’nın girişimiyle Medrese-i Külliye-i İslâmiyye hâline dönüştürülmesi Şeyhülislamlık makamı tarafından uygun görülmüştü.
Cumhuriyet döneminde Ankara Hukuk Fakültesini kurmakla görevli olan Cemil Bey (Bilsel) külliyenin müdürü olarak tayin edilmişti. Külliye, topluma yön verecek lider bireyler yetiştirmek amacıyla yüksek eğitimi de içine alacak şekilde yapılandırılmıştı. Arap asıllı gazeteci İhsan et-Tercüman’ın günlüğünde Külliye’nin “Osmanlı Devleti’ne bağlı İslâmî bir hareketin fikrî temellerini desteklemek” gayesiyle kurulduğu ve yeni Osmanlı düzenine sadık vatansever Arap topluluğu oluşturulmasının eğitim ayağı olarak görüldüğü belirtiliyordu.
Talimatnameye göre dinî ve ilmî faaliyet ve hizmetlerde rehberlik edecek uzmanlar yetiştirilmek üzere açıldığı belirtilen külliyede, bu hedefe ulaşmak için din, hukuk ve fen ilimleriyle birlikte çeşitli diller öğretilecekti.
Külliye’nin yetiştirmeyi hedeflediği öğrencide görmek istediği nitelik ve davranışlar özetle; “…, girişken ve kararlı bir medeni kişiliğe sahip olmak. Her hal ve mahalde Dîn-i Mübîn-i İslâm’ın temel esasları çerçevesinde hareket ederek hakikâtin araştırılması ve insanlığın gelişmesi için çalışmak. İyiliği ve ahlâkî erdemleri sevmek, kötülükten ve ahlaksızlıktan nefret edip uzaklaşmak” şeklinde ifade ediliyordu.
Müslümanların yaşadığı tüm dünya coğrafyasını kendisi için kayıt-kabul alanı olarak belirleyen külliye, bu yönüyle İttihad-ı İslâm siyasetinin eğitim alanındaki önemli bir projesiydi. Güney Afrika’dan Fas’a, Kafkasya’dan Kazan’a, Polonya’dan Çin’e, Taşkent’ten Afganistan’a, Hindistan’a ve Filipinlere kadar uzanan geniş bir coğrafyanın kayıt-kabul alanı olarak belirlenmiş olması, külliyenin çağdaş eğitim gündeminin ilk sıralarında yer alan uluslararası ve çok kültürlü eğitim modelinin yüz yıl önceki örneğine işaret etmektedir.
Dünyanın on yedi ayrı kayıt mıntıkasından öğrenci kabul eden külliye için Osmanlı İmparatorluğu’nun ulaştığı en geniş coğrafi alan ile bu alanın dışında kalan Müslümanların yaşadığı hinterlanda hitap eden bir kayıt alanı oluşturulduğu görülmektedir. Belirlenen hinterlandın özellikle İslâm âleminin sahipsiz kalan coğrafyalarından oluşması dikkat çekmektedir. Osmanlı Devleti’nin ölüm-kalım mücadelesi verdiği ve tarih sahnesini terk etmesine ramak kaldığı bir dönemde bir taraftan yedi düvele karşı cephelerde göğüs göğüse muharebe sürdürülürken, diğer yandan İslâm coğrafyasına sahip çıkma refleksiyle ilim cephesini de tahkim etme çabasına girişildiği görülmektedir. Külliye için kıtalararası kayıt-kabul alanı ihdas edilmiş olması, içinde bulunulan dönem itibariyle eşi benzeri bulunmayan fevkalade önemli bir uygulamaydı.
İlk yedi senesinde orta öğretim, son üç senesinde ise yükseköğretim verilen külliyenin toplam eğitim süresi on yıl; eğitim dili ise Arapça olarak belirlenmişti. Külliye’nin her bir sınıfında haftada 28’er saat ders okutulmaktaydı. Toplam ders yükü haftada 280 saat olan ders programının 92 saati İslâmî ilimlere, 188 saat ise fen ilimleri ve diğer ilimlere tahsis edilmişti. İslâmî ilimlerin toplam ders yükü içerisindeki oranı yaklaşık %33 düzeyindeydi. Lisan ve Edebiyat dersleri %26, tabiî ve riyâzî ilimler %15, Tarih-Coğrafya %10, Felsefe %5, kategorize edilmemiş muhtelif dersler ise %11’lik paya sahipti.
Dikkat çekici çeşitliliğe sahip olan Selâhaddîn Eyyûbî Külliye-i İslâmiyesi’ne ait ders programında diğer medreselerin ders programlarından farklı olarak Ulûm-i Hukûkiyye adı altında geniş yelpazeye sahip bir ders grubuna da yer verilmişti. Medresenin yüksek kısmının ders programına dâhil edilen bu ders kapsamında Anayasa ve İdâre Hukuku, Uluslararası Hukuk, Ceza Hukuku, Vakıflar Hukuku, Ticaret Hukuku, Ceza Kânûnu, Arazi Kânûnu ve İcra Kânûnu okutulmaktaydı. Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye’nin de müstakil bir ders olarak programda yer aldığı görülmekteydi.
Öte yandan İlm-i Fıkıh dersi bünyesinde İslâm Hukukuna ilişkin sekiz ayrı ders tüm sınıflara belirli oranlarda dağıtılmıştı. Ayrıca Fıkıh Tarihi ile İlm-i Hilâf (mukayeseli İslam Hukuku) dersleri de programda yer almaktadır. Böylece gerek modern hukuk gerekse İslâm Hukuku aynı ders programı bünyesinde külliyede okutulmaktaydı.
Felsefe ilimleri kapsamında ise; İlm-i Terbiye, İlm-i İçtima‘, İlm-i Ruh, İlm-i Mantık, İlm-i Ahlâk, Tarih-i Felsefe ve İlm-i maba‘de’t-tabia‘ dersleri okutulmaktaydı. Altıncı sınıftan itibaren son sınıfa kadar yedi farklı ders adı altında programa dâhil edilen bu dersler güncel isimleriyle Pedagoji, Sosyoloji, Psikoloji, Mantık, Ahlak ve Metafizik derslerinin yanında ayrıca Felsefe Tarihi dersleriydi.
Külliye’ye başlayan her bir öğrenci Türkçe ve Arapça dışında en az bir Doğu ve bir Batı dilinin eğitimini alarak mezun olacaktı. Programda “Elsine-i Şarkıyye ve Garbiyye/Doğu ve Batı Dilleri” kapsamında yer alan Almanca, Fransızca, İngilizce ve Rusça lisanları ile Farsça, Urduca ve Tatarca lisanlarından biri seçildikten sonra mecbûrî olarak okutuluyordu.
Külliyeyi tesis eden iradenin ufkunun genişliğini ve büyüklüğünü gösteren dikkat çekici bir uygulama ise her yıl eğitim-öğretim dönemi dışında Osmanlı ve İslâm coğrafyasının tanınmış âlimlerinin Kudüs’e davet edilerek bir aylık ya da belirlenecek bir süre içerisinde, ihtisas sahibi oldukları alanlarda külliye talebesine yönelik olarak Mescid-i Aksâ’da eğitim vermelerinin sağlanmasıydı. Bu faaliyetin, İslâm coğrafyasının uluslararası ilmî hareketliliğini ve kültürler arası iletişimini canlı tutacak önemli bir organizasyon olduğu görülmekteydi. Ayrıca tatil dönemlerinde ilmî inceleme ve araştırmalarda bulunmak amacıyla öğrencilere geziler düzenlenmesi de talimatnâme hükümleri arasında yer almaktaydı.
Bir kütüphane ve müzesi bulunan külliyede, umûmî kütüphaneler ile Dârulfünûn kütüphanelerinin katalog ve yayınlarının kütüphaneye kazandırılmasını temin etmek, bunları incelemek ve külliyenin yayınlarıyla diğer kütüphanelerdeki eserlerin karşılıklı olarak değişimini sağlamak gibi bilimsel çalışmaları kolaylaştıran ve hızlandıran bir görevin kütüphane memuruna yüklenmiş olması külliyenin bilgi ağının oluşturulması kapsamında dikkat çekmekteydi.
Netice itibarıyla farklı etnik aidiyete mensup Müslümanların eğitim ve kültür açısından kalkındırılması ve ayrıca İngilizler eliyle körüklenen Arap milliyetçiliğinin çözücü ve yıkıcı etkisine karşı devletin korunması amacıyla Kudüs merkezli bir eğitim kurumunun açılmasına ihtiyaç duyulması İslam Birliği siyasetinin bir gereği olarak tezahür etmişti. Bu ihtiyacın Türkçülük siyasetini benimseyen İttihat Terakki Fırkası iktidarında ve bizzat bu fırkanın en kudretli paşalarından olan Dördüncü Ordu Kumandanı Cemâl Paşa tarafından gündeme getirilmesi ve bu ihtiyacın giderilmesine yönelik bizâtihi girişimde bulunulması dikkat çekmektedir.
Dönem itibariyle ileri bir eğitim sistemi modeli olarak ortaya çıkan külliyenin dikkat çekici ve önemli pek çok özelliğini zikretmek bu sayfanın sınırlarını aşacağından bir sonraki yazıda Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Medresesinin müfredat programlarına değinmek dileğiyle…
* “Yüksek Din Öğretiminde Çok Kültürlü ve Uluslararası Bir Model: Kudüs Selâhaddin Eyyûbî Külliye-i İslâmiyesi” isimli makaleden yararlanılarak hazırlanmıştır. (Detaylı bilgi için: Bkz. Hasan Yıldız, agm., İstanbul Üniversitesi Türkiyat Mecmuası 31, 1 (2021): 425-462)