eğitim,öğretim,terbiye,talim,Meb,Üniversite,öğrenci,öğretmen,muallim,öğretim üyesi,maarif,aile,
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Ankara
Hafif Yağmurlu
27°C
Ankara
27°C
Hafif Yağmurlu
Pazartesi Çok Bulutlu
30°C
Salı Parçalı Bulutlu
29°C
Çarşamba Parçalı Bulutlu
28°C
Perşembe Parçalı Bulutlu
30°C

Saadettin Ökten: Nurettin Topçu, ”Maarifimiz ve Medeniyetimiz”

Prof. Dr. Saadettin Ökten: ”Maarifimiz ve Medeniyetimiz”(*)

Hoş geldiniz. Ben de hoş geldim. Halil Bey telefon edince, Nurettin Topçu adını duyunca, hayır demek mümkün değildi. O bakımdan huzurunuzdayım, bu güzel bir zaman olsun. Ama bu zamanı şüphesiz Cenabı Allah’ın lütfu keremine ve Topçu’nun ruhaniyetini borçluyuz. Birkaç söz söylemek durumundayım: Eğer böyle bir toplantıyı Topçu başlatmış olsaydı bu mutlaka 8’de başlardı. Bir tanesi bu. Bunun arkası var da heyetinize söylemiyorum. Saat şu anda 8’i 51 geçiyor. Üç ayeti kerime okunurdu veya sessizce bir Fatiha okunurdu. O da burada biterdi, bunları da söylemek zorundayım. Nurettin Topçu’yu öne çıkararak ehemmiyet verdiğinizi söylüyorsanız bunların da bilinmesinde fayda var.

Kendimden biraz bahsedeyim miladi 72. yaşımı sürmekteyim, hicri 74. yaşımı sürmekteyim. Nurettin Topçu’nun İstanbul Sultanisinden Arabi Muallimi olan Celal Hoca’nın en küçük çocuğuyum, Celalüddîn Ökten’in çocuğuyum.

İstanbul’da doğdum. Vefa Lisesi’nden mezun oldum. Klasik bir lise, tarihi yarımadada. Bu sözler tabii Ankara için ne anlama gelir, onu bilemem ama medeniyet diyorsanız özellikle bize ait bir medeniyet diyorsanız İstanbul Vefa Lisesi tarihi yarımadada bunlar birer mekân olmaktan öte birer ciddi kavramdır. Bunları da söylememe lütfen izin veriniz, zaten söylüyorum da izin alsam da almasam da. Sonra İstanbul Teknik Üniversitesini bitirdim 64’te. Ondan sonra da 21 yıl İTÜ’de akademik hayatım var. 19 yıl Mimar Sinan’da akademik hayatım var. 2004’te de 62 yaşında emekli oldum ve halen buralardayız.

Nurettin Topçu’yu hayatımın çok mühim bir yerine koydum. Beni inşa eden adamlar arasında, insanlar arasında çok mühim bir yerdedir. Fiilen inşa etmiştir. Bu inşa sürecinde bir tanesi merhum pederdir, bunun hemen yanında hiç şüphesiz Tabii ki arkasından Nurettin Topçu’dur. Onun yanında Mahir İz’dir. Onun yanında Şeyh Fahrettin Efendi’dir. Onun biraz gerisinde Zahit Efendidir; şeklinde söyleyebilirim. Tabii onların da hepsinin yanında bana daha yakın nesil olarak, yaş olarak merhum Fethi abidir. Fethi Gemuhluoğlu’dur. Bunlarla bir resim çektirmişiz, hayatımızın başlangıcında ve devamında. O resmi hala bir hatıra olarak saklıyorum. Bu tabii ki bir fotoğraf değil, manevi bir resim.

(Nurettin) Hocayı şahsen tanıdım, bunu böyle söyleyebilirim. Hocayı kendi kendisinden dinledim, hocayı talebelerinden dinledim, hocayı hocasından dinledim. Hocayı maalesef şeyhinden dinlemedim, dinleyemedim. Kendisinden, talebelerinden, hocasından (babam). Şeyhi Aziz Efendi, o eksik kaldı. Ondan dinleyemedim. Eğer ondan dinlemiş olsaydım belki bir başka hoca portresi ortaya çıkardı.

Bu akşam açılış dersinde size biraz hocanın genel davranışını, hayata bakışını bütün eylemlerini ifade ve izah eden “İsyan Ahlakı”ndan bahsetmek istiyorum. Eğer heyet bunu kabul ederse. Bu biraz teorik bir konu bu. İsyan Ahlakı’nı şüphesiz kendime göre öznel, sübjektif katkılarla anlatıyorum. Biliyorsunuz fizik dahi, fevkalade somut görünen fizik dahi bir hocanın bir nâkilin bir takdimcinin ifadesi ile anlatılırken bir renk bir ruh kazanır. Bundan sakınmak, kaçınmak mümkün değildir. Böyle bir resim. Hocanın hayatımda çok mühim bir yeri var. Bir tanesini size söylemek isterim. Bu “paylaşım” sözü var şimdi. “Sizinle paylaşayım” diyorlar. Hayır paylaşmıyorum. O, bana ait bir hatıra. Size naklediyorum sadece. Peder vefat etmiş, ben İTÜ’yü bitirmişim. Asistan olmuşum. Beyazıt’ta oturuyoruz, evimizin karşısı Edebiyat Fakültesi var. Tarih, Felsefe, Sosyoloji okutuluyor. Benim gönlüm hep gitsem de tarih okusam, edebiyat okusam, felsefe okusam, filan filan… Hocaya toplu halde Milliyetçiler Derneği olarak ziyarette bulunuyoruz. Hep toplu halde gidiyoruz. Annem bir gün dedi ki “Nurettin Bey seni çağırıyor.” İlk defa böyle bir şey oluyor. Belli saat ve günde gittim, yalnızız hiç kimse yok.

Evinde, (Claude Farrère) Klod Farer’deki eski bir ahşap ev. Arkadan Marmara Denizi görünür, denize nazır. Hocanın çalışma odasında, kütüphanesinde 2 tane resim var. Onları söylemeyeceğim, kim olduklarını. Hoca bana mühendislikten, Teknik Üniversiteden uzun bir tirat yaptı, bunların faziletinden bahsetti. Daha evvel latife babında mühendislik ve teknik üniversiteye çok takılırdı. Tabii her latifenin bir ciddi boyutu vardır. Bu defa tam aksi bir resim gördüm ve artık edebiyat felsefe okumaktan vazgeçtim. Onları hayatımın yan kenarında, ama sonra anlaşıldı ki ön cebimde taşıyormuşum. Ama meslek olarak mühendisliğe devam ettik. Aradan bir 10 yıl geçti, vefatına belki bir-iki sene falan kalmış. Ara ara yine gidiyoruz. Tabii hepimiz artık evlenmiş yerleşmişiz. Dedi ki, “hatırlıyor musun, ben seni çağırmıştım, seninle bir görüşme yapmıştım.” Hocam dedim, hatırlamaz mıyım hayatım değişti. Güldü, “annen bana telefon etmişti” dedi. “Nurettin Bey, bu seni dinler, gidecek felsefe melsefe okuyacak, başıma iş çıkaracak.” Böyle söyledi. Sonra dedi ki, “hakkını helal et.” “Aman hocam” dedim, estağfurullah, Ne münasebet. ‘’Öyle olmuştu’’ dedi, ‘’yani ben anneni kıramadım. O dedi, Hocamın bize yadigârıdır.’’ Böyle de bir insan Nurettin Bey. Bir gönül adamı, bir heyecan adamı, bir şevk adamı, bir hassasiyet adamı. Son olarak bu indî mütalaayı bitirmeden söyleyeceğim bir şey var. Rodin diye bir heykeltıraş var. Bir heykel yapmış, “Düşünen Adam.” Ben diyorum ki “Ahlaklı Adam” heykeli yapmak isteseler Nurettin Topçu’nun heykelini yapmak lazım. Ahlak soyut bir şey, heykeli olur mu? Nurettin Topçu onun soyut halini somut hale getirir.

Efendim burada sözünü etmeye çalışacağım İsyan Ahlâkı hocanın bütün kitaplarında hayata bakışında, kendisine bakışında, husûsen, özellikle kendisine bakışında, insanları değerlendirişinde çok önemli bir ipucudur. İsyan Ahlakını anladıktan sonra ancak hocayı anlayabiliriz. Ve besmele ile başlıyorum. Yine anlayabildiğim kadarıyla subjektif tarafları bana ait.

Hoca şu soruyla başlıyor: İnsanın hayatta bir gayesi var mıdır? Hayatın, davranışlarımızın belli bir gayeye matuf olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu soruyu sorarak hoca bu meseleye başlıyor. Hayata bakışı böyle. Bu soruyu kim soruyor? Devam ediyoruz, diyor ki benim içimde bir ben var. Buna zaman zaman şuur diyor, zaman zaman vicdan diyor, zaman zaman kalp diyor. Benim içimde, zaman zaman gönül diyor. Bir ben var ve bu ben bana şu soruyu soruyor, diyor ki, “Hayatın bir gayesi var mı?” Buna genel manada bütün insanların bir cevabı var. Evet hayatın bir gayesi var. Hayatın gayesi, insanın kendini mükemmelleştirmeye adaması, insanın kendini kemâle adaması şeklinde. Şimdi tabi kemal kavramı burada anahtar kavram. Kemalden ne kastediyoruz? Bunu ben biraz analiz etmeye çalıştım kendime göre. Mesela birisi için zenginlik bir kemal ifadesi ve emaresidir, hedefidir. Birisi için güzellik bir kemal ifadesidir. Bir başkası için belki ilim bir kemal ifadesidir, şeklinde söyleyebiliriz. Ama hiç kimse kötülüğe, fakirliğe, cılızlığa, hastalığa talip olmaz. Genel manada insanlar kemal veya mükemmellik adını verdiğimiz bir mefhuma, bir kavrama taliptirler ki bu kemal kavramının içeriği ve kapsamı değişiyor. Bu içerik ve kapsamı Nurettin Topçu Hoca’nın kendi söylemine dokunmadan orada bırakarak, (çünkü Onun bu Kemal noktasında belli bir tanımı ve hedefi var) onu bir kenara koyuyorum şimdilik ve devam ediyorum. “Eğer sizin hayatta bir gayeniz varsa ve bu gayeniz de mükemmelleşmek ise o zaman bu size bir sorumluluk yükler” diyor Hareket Felsefesi veya İsyan Ahlakı. Zaten bunlar iç içe. Öyle bir sorumluluk ki sizi mükemmelleşmeye doğru iter. Sizi mükemmelleşme çabalarına doğru sevk eder. Dolayısıyla bu aktif bir sorumluluktur. Siz bu sorumluluk sayesinde pasif değil aktif bir aktör olursunuz. Bu sorumluluğun birazcık daha net anlaşılması için, aksi pasif eylem noktasındaki sorumluluklarla mukayesesini yapmamız lazım. Çünkü bu farklı bir mesuliyet. Mesela kötü bir eylem yaptınız. Bir ihmal, bir hata, bir suiistimal. Bunun bir mesuliyeti var. Bu mesuliyet hem topluma karşı, hem kendinize karşı bir vicdan azabı. Buna pasif mesuliyet adını veriyor merhum Topçu. “Bu değil” diyor, bu değil. Sizinki aktif mesuliyet. Bulunduğunuz merhaleden bir üst merhaleye geçmek. O istikameti şu anda yine biraz evvel söylemeye çalıştığım gibi tasrih  etmiyorum. Ama her neyse hedefiniz, o hedefe varmak için bir merhaleden bir üste geçmek bu aktif bir sorumluluktur. Üçüncü kavram hocanın felsefesinde, diyor ki bu bir üst kademeye geçmek için sizin elinizdeki vasıta bireysiniz siz, insansınız “iradenizdir” diyor. İradenizle siz hedefe doğru önce bir adım, sonra bir adım daha, vesaire atacaksınız diyor. İrade sizin elinizde bir potansiyel, bir güç. Ancak iradenin hedefe doğru adım atması lazım. İşte o adım da aksiyon dediğimiz veya hareket dediğimiz eylem olmuş oluyor.

O halde ahlak felsefesinin 4 temel ögesini sıralayabiliriz.

Bir: gaye.

İki: mesuliyet, sorumluluk; gayenin doğduğu sorumluluk.

Üç: o sorumluluğa göre harekete geçmek için irade.

Dört: eylem.

Böylece ancak şunu çok net olarak ifade etmek mümkün ki ancak bu sayede hayatınızda bir değişim olur. Hangi sayede? Eylem yaptığınız zaman, harekete geçtiğiniz zaman. Aksi halde sadece gayeniz vardır, sorumluluğunuz vardır, ama eyleminiz yoksa siz harekete geçmiyorsanız bir kademeden diğerine geçme imkânınız ihtimaliniz söz konusu değildir. İlk ikiyi dikkate aldığımız zaman gaye ve mesuliyet -gayeden doğan mesuliyet- fert bu gaye ve mesuliyet ikilisi ile beraber iradesiyle düşünerek hangi eylemi gerçekleştirmek noktasında bir takım engellerle karşılaşıyor.

Birinci soru şu, herhangi bir eylem yapmaya niyet ettiğim zaman gaye ve sorumluluk ikilisi ile bu eylem ne mertebede örtüşecek? Bir hareket yapacağım, biliyorsunuz reflektif hareketlerin dışındaki bütün hareketler bir düşüncenin, bir tercihin, bir seçmenin ürünüdür. Dolayısıyla eylemimiz hangi düşünceden ortaya çıkıyor? Gaye ve sorumluluk ikilisinden ortaya çıkıyor. O halde içinde bulunduğum şartlar, toplum, benim ruhi şartlarım, imkânlarım. Buna göre bir eylem yapacağım. Bu eylem beni gayeye ne kadar götürecek veyahut götürmeyecek? Muhasebeyi yapmak zorundayım ki, sorumluluğun temelinde de işte bu muhasebe yatıyor. Sorulara devam ediyoruz, gayeye varmak için ne yapmalı nasıl bir eylem yapmalı? Bir ikincisi, bunu nasıl yapmalı, üçüncüsü bunu neyle yapmalı?

Bu 3 soruyu sorduğumuz zaman ne, ne ile, nasıl? Sorusunu sorduğumuz zaman karşınıza bir ahlak sistemi çıkıyor. Bu ahlak sistemi neden böyle oluyor? Çünkü eyleminizin bir hedefi var. Eyleminiz bir kompozisyonlar bütünü içinde anlamlı. İkincisi ilkeleri var, üçüncüsü de biçimleri var. Dolayısıyla işte buradan çıkan ahlak sistemi -ki neden isyan olduğunu daha sonra anlatmaya çalışacağım- “İsyan Ahlakı”nın ikinci kelimesi oluyor. “İsyan” “Ahlakı” Bir ahlâk sistemi çıkarıyor. Gaye ve sorumluluk bunun üzerine üretilen düşünceden bir ahlak sistemi çıkarılıyor. Mesela “ne ile yapmalı” dediğiniz zaman buradan bir ilke çıkıyor. Ne o ilke? İrade ile yapacağız. İrade dediğiniz şey eylemlerinizin kurucu aktörüdür. Eylem yaparak gayeye, yani mükemmelleşmeye doğru ilerlediğiniz zaman karşınıza bir takım engeller çıkar. Bu engelleri merhum Hoca klasifiye etmiş. Ben ondan özetliyorum. Bir defa insanın kendi varlığında kendi beyninde bulunan engeller. İkincisi toplumsal engeller. Üçüncüsü ki en zoru, öteki ben dediğimiz, özel ben dediğimiz -onun da ne olduğunu biraz sonra söyleyeceğim- en son bir engel insanın kendi varlığındaki engeller. Huyu, mizacı, egosu, nefsi ve tabii ki egonun, nefsin ve mizacın hoşlandığı her türlü haz. Bu “haz” insanı mükemmelleşmeye doğru götüren yolda karşısına çıkan engellerden bir tanesidir. Mesela gurur, mesela kibir, mesela büyüklenme. Bunların hepsi bize ait, insana ait, insanın sıradan benine ait özelliklerdir.

Bunlar insanın mükemmelleşmesine karşı çıkar. Toplumsal engeller birazcık daha yumuşak görünüyor. Mesela toplumsal huzur, toplumsal dayanışma, toplumsal refah ve toplumsal huzuru, refahı, düzeni bir itaat sistemi olarak insana empoze eden anlayış. Burası biraz sıkıntılı açıklamak açısından. Şöyle söyleyebilirim, insan kendisindeki engelleri göremez hale gelir bazı toplumsal ortamlarda. Nasıl oluyor bu? Bütün insanlarla beraber küçük bir komünde veya büyük bir komünde mutlu yaşarsınız, bu mutluluk sizin kendinize ait eksikleri görmenizi engelleyebilir. Bu engelleme hali de İsyan Ahlakına göre insanın büyük gayeye varmakta önüne çıkan engellerden bir tanesidir.

İrade bütün bunları aşmak mecburiyetindedir. ‘’İradenin bu engelleri aşabilmesi için yardımcılara ihtiyacı vardır,’’ diyor Topçu. Bu yardımcılar iki türlü oluyor; bir tanesi dış yardımcılar, diğeri iç yardımcılar. İradenin dıştan yardımcıları, eğer siz birey olarak mükemmelleşmeye doğru bir yolculuk yapacaksanız sizin dış yardımcılarınızın bulunması lazım. Bu yardımcılar mesela aileniz, mesela içinde yaşadığınız toplum, mesela devlet, mesela insanlık… Orada kalalım, çünkü ondan sonraki yardımcı bu bahsettiğim yardımcılar kategorisinde değil. Peki, nasıl bir hadise bu? Bir ailede yaşıyorsunuz, çok mutlusunuz, size her türlü dikkat, itina gösteriliyor. Ama siz bu mutlu ortam içerisinde mükemmelleşmeye doğru adım atamıyorsunuz. Çünkü o potansiyelinizi aile ortamı massediyor, buna karşılık kendi geleneğini size dayatıyor. Uyarsanız problem çıkmıyor ama uymadığınız zaman problem çıkıyor. Öyle olmalı ki diyor Topçu, bireysel inkişafınızı, mükemmelleşme çabanızı aile ortamı destekleyebilmeli, en azından aile ortamında bazı fertler. Bu cemiyet için de geçerli. Her insan temas ettiği insanlar açısından ailenin daha üstünde ondan daha geniş toplumsal bir yapı ile beraber yaşar. Ama her insan o toplumsal yapı içerisinde herkesle dost olamaz. Herkesle dertleşemez. Herkes ona kendi yolunda yardımcı olamaz. Herkes ona mükemmelleşme yolunda refik ve rehber olamaz. Dolayısıyla toplumsal yapı içerisinde belki her şey çok iyidir. Tırnak içinde buradaki “iyi” izafi bir hadise. Ama o, unutmayın ki diyor, sizin kemalinizi mükemmele doğru gidişinizi, engelleyen bir uyku, bir atalet ortamı olabilir.

Nurettin Topçu merhumu uzaktan tanıyanlar genellikle büyük kitle, onun normal olmadığını söylerlerdi. Herkesi mutlu eden hadiseler onu mutlu etmezdi. Herkesin göremediği küçük detaylar ise onu çok mutlu ederdi. Dolayısıyla onun yaşadığı ruhi serüven insan olmak hasebiyle sıradan insanın yaşadığı ruhi serüvenden çok farklıdır. Öyle ya, mutlu bir aile yuvası kurmak, o yuva içerisinde belli bir sosyal dengeyi tutturmak, çok hoş bir şey, ama unutmayın ki diyor, o aile yuvası aynı zamanda sizin manevi mezarınız da olabilir. Siz sonsuza açılan engin bir ruha sahipsiniz. Öyle olmak mecburiyetindesiniz.

Burada yavaş yavaş perdeyi kaldırıyorum. Çünkü siz Halifetullah’sınız. Tabii bunu böyle söylemiyordu. Siz, sonsuzun dünyadaki vekilisiniz, diyordu.

Ama aynı kapıya çıkıyor bize sık sık söylemiştir.

Hiç Allah’tan, Peygamberden ve dinden bahsetmeden her sözünüz dinî, peygamberî ve Allah’la ilgili olsun. Ama içinde hiç bu sözler geçmesin. Vefatından itibaren 40 yıl geçti, bu sene 40 senesi. Ne kadar haklı olduğunu maalesef çok iyi anlıyorum. Evet, bu parantezi kapatıyoruz. Demek ki, öyle yardımcılar bulacaksınız ki bu yardımcı sizdeki o tekamül zincirini bozmayacak. Eyleminize yardımcı olacak. Böylece dış yardımcılarsız bir irade tecellisi mümkün değil, diyor. Veya çok zor.

İç yardımcıya gelince; insanın içindeki “özel ben”in, yani Yunus’un dediği “Bir ben vardır bende, benden içeru” İki önemli vasfı var,

bir tanesi düşünce,

bir tanesi sezgi.

İçinizdeki özel ben size mükemmelleşme yolunda umulur ki, niyaz edilir ki doğru yolu göstersin. Kolay adımları attırsın. Gaye, sorumluluk ve irade. Bu üçünden bahsettik, bunlar İsyan Ahlakı sisteminin teorik temellerini oluşturur. Ama eylem olmadan sistem tamamlanmaz. Biraz evvel sözünü ettiğim gibi gaye, mesuliyet, irade ve hareket. Bunların dördü birleştiği zaman sistemin bütünlüğü ortaya çıkıyor. Buradaki eylem İsyan Ahlakının öngördüğü türde bir eylemdir. Yani mükemmelleşmeye götürücü bir eylemdir. Lalettayn, herhangi bir eylem değildir. Bu eylem özel bir eylemdir. Bireyi bir kademeden bir başka kademeye yükseltir. Biz eylem dediğimiz zaman hep fizik dünyadaki aksiyonu anlıyoruz. Hoca devam ediyor, her eylemin ardında diyor bir düşünce vardır. Düşünce eyleme hazırlık safhasıdır ve onun ayrılmaz bir parçasıdır. Eylem düşüncesiz olmaz, olamaz. Dolayısıyla eylem adeta düşüncenin cisimleşmiş, mücessem hale gelmiş şeklidir. Şu halde düşünce de bizatihi bir eylemdir, -ki bir sonraki aşamada bir hareketi oluşturuyor-

Öyle ki o hareketin, o aksiyonun eski tabirle “mütemmim cüzü.” Onsuz olamayan cüzü. Şu halde düşünceyle beraber fizik ortamda yaptığımız hareket veya ruhi bir aksiyonumuz bir bütün olarak eylemimizi oluşturmaktadır. İşte bu eylem, yani mükemmelleşmeye doğru giden yoldaki bu eylem ahlaki bir eylemdir. Düşünceyi biraz açalım şimdi. Nedir bu düşünce? Bu bir yumak, mükemmelleşme idealine doğru bir yumak. İçinde fikir var, bilgi var, inanç var ve hayal var. Belki bilginin, âlimin düşüncesinin temelinde bilgi var. O da mükemmelleşmeyi arıyor. Belki bir müminin düşüncesinin temelinde inanç var, o da mükemmelleşmeyi arıyor. Belki bir sanatkârın mükemmelleşme yolundaki çabasının temelinde hayal var. O da mükemmel arıyor. Ama fikir, bilgi, inanç ve hayal hiçbir zaman birbirinden bağımsız değildir. Belki âlimin hareket noktası itibariyle bilgi önemli ama âlim inançsız değil. Hayal kuramaz değil, fikir yürütemez değil. Sanatkâr için de aynı şeyi söyleyebiliriz, bilgisiz değil, inançsız değil. Eğer düşünceyi bu şekilde tanımlarsak yani kemale doğru giden bir yolun ürettiği bir birikim olarak alırsak -ki aksiyona hazırlıyor- o zaman insanın eşyaya hâkim olduğunu görüyoruz, diyor Topçu.

O açıdan düşünce kutsaldır diyor. Çünkü ruh maddeye hâkim olmuştur diyor. Ruh maddeyi kendi mükemmelleşme isteği istikametinde kullanmaktadır diyor. İşte ahlaki düşünce ve ahlaki erdem burada ortaya çıkıyor. Bu düşünce ve bu eylem ikisi birlikte Topçu’ya göre hürriyeti oluşturmaktadır. Şu halde hürriyet önce zihinlerde var olan bir kavramdır. Aksiyona geçtiği zaman onun tecessüm etmiş halini görüyoruz. Böyle düşünen, böyle hisseden, böyle hayal kuran mükemmelleşmeye doğru giden bir zihin ve gönül aksiyon yaptığı zaman o hareketin toplumdaki, cari düzendeki bedelini asla düşünmez, diyor. O düzen o bedel onun için ha vardır, ha yoktur diyor. Burada mesela Hallac’ı örnek verir. Burada mesela Gandhi’yi örnek verir. Burada mesela Akif’i örnek verir. Hürriyet, bir bedel var ya da yok noktayı nazarından dikkate alınamaz, değerlendirilemez, der.

Birey iradesiyle bir eylem ortaya koyuyor bu eylem mükemmelleşme hedefine doğru gitmektedir. İşte bu hürriyettir, der. Birey, kendisini sınırlayan beninden, kendisini sınırlayan sosyal şartlardan bağımsız hale gelmiştir. O eylemin bedeli, o bireyi çok fazla ilgilendirmez, şeklinde hadiseyi bitirir. Ben buraya yazmışım, yazarken de kenarına bir soru işareti koymuşum. Dış şartlardan bağımsız bir eylem. “Bağımsız”a bir soru işareti koymuşum. Demek ki ben de çok fazla inanmamışım, bu hadiseye. Mantıken doğru, ama iç dünyamda “ya öyle olursa, ya böyle olursa” var. Devam ediyor, hürriyet iç dünyamıza ait bir olgudur, diyor. Bir vakadır, diyor. Dış dünya ile alakası yoktur, diyor. Şimdi burada İsyan Ahlakının ikinci kavramı -ki onu birinci olarak söylüyor- “İsyan” kavramına geliyoruz. Eylem eğer mükemmelleşmek için yapılıyorsa ve bu mükemmelleşmeyi engelleyen faktörlere karşı bir hareketse, bu bir başkaldırılır, diyor.

Neydi o faktörler; bir; mizacımız, huyumuz, içimizdeki şu anda gördüğümüz ben, egomuz. Buna karşı bir başkaldırıdır, diyor. Toplumsa, toplumun bizi uyuşturan, atalete sevk eden, bize huzur, mutluluk, saadet, para, refah, mevki, mansıp verdiği halde mükemmelleşme yolunda bizi engelleyen toplumsal yapı söz konusu ise, bu çoğu kez vardır. Ona karşı bir başkaldırıdır, diyor. İşte “isyan” sözcüğü buradan ortaya çıkıyor. Demek ki isyan dediğimiz zaman bir manada kendimize ve bizi mükemmelleşmekten alıkoyan her türlü engele karşı bir başkaldırıyı kastediyoruz. Burada iki türlü benden söz edeceğim -ki bunu zımnen konuşmamın başında da söyledim- bir tanesi herkesin bildiği nefsimiz, egomuz, yani ben. Ama bir tanesi, insanda böyle bir yetenek, böyle bir kabiliyet var. Kendinin dışına çıkıp kendini değerlendiren ben. Bize büyüklerimiz söylemişlerdir ki “oğlum herkesi aldatabilirsin, herkesi. Bu kabiliyet sana verilmiştir. Bütün insanları, ama iki şeyi aldatamazsın. Biri kendi benini, iki Cenâb-ı Allah’ı. Herkes kendisinin ne olduğunu bilir. Aldatamazsın, ama yaparsın. Hoş görebilirsin, ama aldatamazsın. İşte İsyan Ahlakı bu. “Özel Ben” diyorum ona. İçimizdeki ben. O benin diğer bana karşı olan bir başkaldırısıdır. Özel benin topluma karşı bir başkaldırısıdır. Beni mükemmelleşmekten alıkoyan topluma karşı, bana mevki, mansıp, şan, şöhret, refah, saadet, mutluluk veren bene karşı başkaldırısıdır. İnsan dediğimiz varlık kendi benine bakıyor, topluma bakıyor tabiata bakıyor. Başka da bakacak bir şey yok. Varlığımız var, benimiz var. Kim bakıyor? Özel ben. Şuurum, özel benim. Bana bakıyorum, hissime bakıyorum, yaşıma bakıyorum, gözlüğüme bakıyorum, cebimdeki paraya, saatime bakıyorum, filan. Biraz daha vaktimiz var. Ondan sonra size bakıyorum, toplum ve tabiata bakıyorum, başka bakacak bir şey yok. Ama içimdeki özel ben bu bakışlardan bunlarla kurduğu muarefeden, ilişkiden tatmin olmuyor. Niye tatmin olmuyor? Çünkü hepsi sınırlı ve sonlu. Eski tabirle söylersek, mahdut ve fani. Ama insanda, özel bende öyle bir hassa var ki, öyle bir özellik var ki mahdut ve fani ile -yeni Türkçe ile sınırlı ve sonlu ile- tatmin olmuyor. Onun aradığı başka bir şey. Her dünyevi hazda, hatta işi biraz daha meşrulaştıralım, -dünyevi haz biraz gayrimeşruya gibi gitti- Meşru bir dünyevi hazda biraz daha meşrulaştıralım, her başarıda, başarıdan sonra “bu muydu” sözü gündeme gelir. Bu muydu? Niye? Eriştik bitti. Peki, neden bitti? Çünkü sonluydu. O mâniayı atladınız, hadi bir mânia daha.

Bir Bektaşi fıkrası anlatayım mı? Baba Erenler hiç çalışmazmış, yatıyor. Peki, böyle bir şey olabilir mi? oluyor. Allah da ona rızkını gönderiyor. Eski insanlar derlerdi ki “Allah benim rızkımı gönderir, göndermezse de canımı alır.” Bu rızkı ben çalışarak temin edebilirim. (Bu Ankara çok rasyonel bir şehir, hiç gülmüyorsunuz.) Yahut da başkası çalışır, benim rızkımı temin eder. Bu iş böyledir. Yani bir parantez açalım. Bir La Fonten fıkrası. La Fonten’i bilirsiniz değil mi? Hani Karınca ile Ağustos Böceği. Karınca çalışmış çalışmış, çalışmış. Yığmış, yığmış, yığmış. Kışın yuvasında, sobayı yakmış, buğdaylar orada oturuyor. Tak tak kapı çalmış. Kar buz her taraf. Ağustos Böceği gelmiş. “Hayrola” Bakmış kürkler içerisinde, pırlantalar falan. Kapıda Cadillac araba bekliyor. “Yılbaşı geliyor, Paris’e gidiyorum. Bir şey istiyor musun” demiş karıncaya. Karınca biraz bozulmuş ama “yok” demiş. ‘’Sağ ol teşekkür ederim.’’ Böcek gitmiş. Ertesi kış yine aynı şekilde, demiş “karınca kardeş geçen sene bir şey istemedin, çok güzel şeyler var. Ben gene gidiyorum bir hafta sonra geleceğim. Noel’i orada kutlayacağım. Yılbaşından sonra tekrar geri döneceğim.” Hayır istemiyorum. Üçüncü sene demiş “istiyorum” “Ne istiyorsun” demiş. “Orada La Fonten diye birisi var, git onun kabrine bilmem ne yap” demiş. Şimdi bu rasyonelite ile irrasyonel böyle bir şey. Hanımlar ve beyler. “Ladies and gentelmen” Biz hep bu pozitivistlerin, aydınlanmacıların kaba rasyonalitesine esir olduk. Gözünü seveyim. Baba Erenler de diyormuş ki, Allah benim rızkımı gönderir. Sonra bir bilgin gelmiş huzuruna. Akıllı bir adam. Demiş ki, çalış kazan. Ne olacak? Demiş. Kendine güzel asbaplar alırsın. Sonra? Demiş. Sonra evlenirsin. Sonra? Bir iş kurarsın, çoluğun olur, çocuğun olur. Eski tabirle o zaman Konağın olur. Şimdi olsa gökdelenin olur. Falan olur, fişman olur. Sonra, sonra… demiş. Adam bitmiş, her şey oldu. Adam demiş ki “hiç” demiş. Ben şimdiden bir “hiçim” zaten ne gerek var. Evet, demek ki insan sonlu ile fani ile tatmin olmuyor. Herkes kendisine baksın, kendi hayat tecrübesine baksın, bunu görecektir. Peki, nedir o zaman? İnsan demek ki her insanda bu var. Sonsuza açılan bir kapısı var. İşte mükemmelleşme dediğimiz hadise burada manasını, ufkunu, hedefini buluyor. Şuur içindeki benle, özel benle kendini irdeliyor ve sonsuza olan iştiyakını, ihtiyacını görüyor. Bu ihtiyacı görmek başka, bunu elde etmek Başka bir şey. Çoluğun oldu, çocuğun oldu, güzel bir hanımın oldu, hadi bir tane d… burada kalsın. Sonsuzu istiyor dediğimiz, mükemmelleşme dediğimiz hadise İsyan Ahlakında işte o sonsuz. O sonsuza şimdilik “Tanrı” diyelim isterseniz. Lafzatullah’ı burada kullanmıyorum onu burada. Hoca kullanmış, ben kullanmıyorum. Öznel tarafı burada. Demek ki varlık dediğimiz şey, şuur, ruh, kalp… Her neyse. Varlık üstü bir başka olguya, bir başka varlığa talip. Ona doğru bir atılım yapıyor, onu istiyor. Bir iştiyak halinde. Bunu niye yapıyor? Çünkü kendi eksikliğini hissediyor, tatmin olmayışını anlıyor, bunu biliyor. Mükemmelleşmek için, kendini tamamlamak için, kemal için, kendinin dışında. Çünkü her şey sonlu. Biz de her şeyimiz sonlu, toplum sonlu, tabiat sonlu. Dolayısıyla işte hocanın çok etkilendiği Hareket Felsefesinin kurucusu Blondel diyor ki, bu hamle zamanda Tanrı’nın size karşı olan bir yaklaşımıdır. Tanrının sizdeki hareketidir. -Söylememem lazımdı ama- Ben seküler bir konuşma yapacaktım, bir ufak ipucu veriyorum; bir adım on adım meselesi. Demek ki Blondel nam -Eskiler Volter’i hiç sevmezlerdi. “Volter nam kafir” derlerdi. Ben “Blondel nam” bir şey söyleyemiyorum. O diyor ki ruhun yaptığı bu hareket, içimizdeki özel benin varlık üstü yaptığı bu hareket, aynı zamanda Tanrı’nın size karşı olan bir yaklaşımıdır, diyor. Bu pozisyonda Tanrı size karşı yaklaştığı zaman insanla Tanrı yine Blondel’in ifadesiyle, bir terkibe kavuştuğu zaman artık varlık yani şuur özel ben, Tanrıyı tanımış ve Tanrıyı kabul etmiştir. Böyle bir özel ben için Tanrı artık bir bilgi objesi değildir. Bir insan için Tanrı, bir bilgi objesidir, açar kutsal kitabı “Tanrı vardır ve birdir” bunu öğrenir. Ama böyle kendi fani ve sonlu varlığının ötesindeki bir tabiatüstü, kendi varlığının üstündeki bir başka varlığa doğru hasretle yönelen bir varlığın karşılık görmesi bir birleşmedir.

Burada ruhi bir tecrübe, ruhi bir haz, ruhi bir temellük söz konusudur. Kemalin, mükemmelliğin son aşaması. Bu özel beni de ortadan kaldırmak suretiyle iradeyi külliyen terk etmek ve kendisini külli iradenin kucağına tevdi etmekten başka bir şey değildir, diyor Nurettin Topçu merhum. Bu da İsyan Ahlakının son kademesidir. Yani özel ben; bene karşı, topluma karşı iradeyi kullanarak bir cihat, bir cidal içerisinde mükemmelleşmeye doğru adım adım gidiyor. Ama son adımda kendisini de feda etmek zorunda. Neden? Çünkü artık isyan edecek bir şey yok. O büyük külli iradenin içinde kaybolmuş durumda. Burada bir küçük şema var. Topçu’nun bu anlattığım doktora tezidir. Anlayabildiğim kadarıyla o doktora tezinin ismi “Uysallık ve İsyan” Conformisme et Revolte. Konformizmi kendisi uysallık diye çevirmiş. Revolteyi de İsyan diye çevirmiş. Ben yine haddim olarak veya olmayarak “uysallık ve başkaldırı” “itaat ve isyan” derdim. Ama nedir hadise? Bir yerde bir birey var, bir ben varım. Burada da mükemmel var. Bu sunumdan anlatabildiğim kadarıyla bu mükemmel Tanrı, buradaki de ben. Hayatımın gayesi mükemmele doğru yürümek. İsyan Ahlakının temel dinamiği bu. Arada bir engel var. Bu engele karşı bir eylem yapıyorum, bu eylem iki yönüyle ortaya çıkıyor. Bir tanesi engeli aştığım için engele karşı bir isyan. İkincisi engeli aştığım için mükemmele yaklaştım. Mükemmele karşı bir itaat. Dolayısıyla bireyin her hareketi bir boyutuyla isyandır, bir boyutuyla itaattir. Bir boyutu ile başkaldırılır bir boyutuyla uysallıktır, der ve bu hadiseyi bitirir. Evet, 48 dakika oldu burada açılış dersini bitiriyoruz. Hocamıza Allah’tan rahmet diliyoruz. 

(*) Bu yazı, Prof. Dr. Sadettin Ökten hocamızın medeniyetimizin önemli düşünürlerinden Nurettin Topçu anısına 2023 yılında yapılan “Maarifimiz ve Medeniyetimiz” başlıklı konferansından deşifre edilen metinden oluşmaktadır. İstifadenize sunuyoruz.

Prof. Dr. Saadettin Ökten

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.