Doç. Dr. Mustafa Hatipler
Şüphesiz savaşlar, her zaman, insanlık için büyük yıkımlara, tamiri imkânsız yaralara ve tarifi zor acılara sebep olmuştur. Bilinen en yalın gerçek, başarısız bile olsa barışın, her türlü savaştan iyi olduğu gerçeğidir. Çünkü savaşın suyu yine bir başka savaştır. Oysa barış, yepyeni dünyaların kapılarını açacak anahtarlar barındırır içinde.
“İstimalet” yani “gönül alma”, “gönül kazanma”, “sevgi ile bir arada olma” sevdasıyla başlayan ve hoşgörü harcıyla, birlikte kardeşçe yaşama tutkusuyla büyüyen Rumeli maceramız, önceleri dinî-mezhebî manipülasyonların, sonraları -bütün dünyada ortaya çıkan- ulusçu hareketlerin etkisiyle, bir anda kargaşaya ve inkıraza dönüşmüştür.
Özellikle Balkan Harbi faciası bu süreci hızlandıran, iştahlandıran bir rol oynamıştır. Balkan Harbi bu hususta bir dönüm noktasıdır. Tek bir kurşun atmadan teslim ettiğimiz Selânik, 156 gün savunduktan sonra teslim ettiğimiz Edirne ve yalnız bıraktığımız İşkodra, Yanya… İşte bu durum yaklaşık 600 yıllık Rumeli maceramızın bitişini hazırlamış ve eşine ender rastlanan bir insanlık dramının yaşanmasıyla sonuçlanmıştır.
Balkan Harbi, bir savaş olmanın ötesinde, yıllar hatta asırlar boyu birlikte yaşayan insanların, hiç de beklemedikleri bir şekilde karşı karşıya gelmelerinin yarattığı hayal kırıklığının savaşıdır. Bu durumu daha iyi kavramak ve yaşananları daha iyi bilmek için yorumsuz olarak Mevhibe Hülya Hanım’dan bir ekmek içinde bir tabanca ve üç merminin hikayesini bilmek gerekir.
“1900 lü yılların ilk çeyreği. Balkanlarda durum karışık. Selânik doğumlu dedem (babamızın babası) Kemal Efendi, büyük Ata’mızın mahalle mektebinden arkadaşıdır. Yunan isyanları başlamış, Türk nüfus baskı altındadır. Milis kuvvetleri talan hareketlerine karşı birlik oluşturmuş, tepki hareketleri, mücadele, toprakları koruma çabaları başlamıştır. Tütün eksperliği ve aile topraklarında çiftçilik yapan dedem de etkin bir şekilde olayların içinde bulur kendini. Birçok çatışmalara katılır. Elebaşılık yapıyor zannıyla Yunanlılar tarafından yakalanır ve idama mahkum edilir. (Yunanlı komutan annemin babası- dedemin Selânik’teki yalı evini karargah yapmış ailesiyle buraya taşınmış, yalıda iskan edilenler bir odaya kapatılmış ve bir arada yaşamaya mecbur edilmişlerdir. Anneannem “bize çamaşırlarını bile yıkattılar, ama yine de iyi insanlarmış ki hiç değilse namusumuza göz dikmediler” dediğini biliyorum. Düşünün yalıda hizmetkârları olan bir ailenin, düşmanlarına hizmetkarlık etme durumunun ne olduğunu. Ne hazindir. Bu durum mübadeleye kadar sürmüş).
Tekrar Kemal Efendiye dönelim. Babam (yukarıda sözü edilenler olurken) henüz dokuz aylıktır. Sanırım milis kuvvetleri hapishane yönetimine bir küp altın rüşvet vererek demdi kaçırırlar. Balkan Savaşı’nın o dehşeti içinde Selânik’i terk etme girişimi başlar. Kar kış bir yandan, yokluk, savaş bir yandan. Dedem bir rahip kıyafeti edinir. Babaanneme de bir rahibe kıyafeti giydirilir. Küçük bebek olan babam sarılıp sarmalanır. Ellerinde yegâne savunma aracı bir tabanca ve içinde sadece üç kurşun vardır. Tabanca bir ekmeğin içine konulur. Yolda yakalanılırsa, dedem ilk önce babamı, daha sonra eşini yani babaannemi ve en son kendini vuracaktır. Niyet böyledir. Bir kağnı arabası temin edilir. Ve yolculuk başlar. Kırk gün sonra Edirne’ye varırlar.
Yolda neler yaşadıklarını bilmiyorum. İyi şeyler yaşamadıkları belli ki, babaannem veremden genç yaşında vefat etmiş. Babam da çocukluk yıllarında ağır bir kâlp romatizması yaşamış. (…/..). Edirne’de yaklaşık altı sene yaşıyorlar. Atatürk’ün emri ile İstanbul’a yerleşiyorlar. Üsküdar’da iskân ediliyorlar. Bu arada ailenin geri kalanları kimisi kaçarak, kimileri de sonraları mübadele ile İstanbul’a ve İzmir’e yerleştiriliyorlar.”
İşte Balkan Harbi maceramız öncesi Balkanların gerçek manzarası budur.…Yani 600 yıllık sırça saray çatlamıştır. Çatlayan sırça, Balkan Harbi’nin ardından başlayan I.Dünya Harbi’yle ve onun ardından yapılan saldırılarla tamamen kırılmış ve adeta paramparça olmuştur. Bu paramparçalık Rumeli’ye mahsus olarak kalmamış, aynı şekilde Anadolu topraklarında da benzeri şeyler yaşanmıştır. Önceleri Rumeli’den Anadolu’ya doğru olan göç, daha sonra Anadolu’dan Rumeli’ye doğru olarak devam etmiştir. Bu devam etme tam bir insanlık dramı şeklinde olmuştur. Bu dramda, insanların, sevgilerin, hayallerin, düşlerin savrulması yaşanmıştır. Gidenleri ve gidenlerin ardında kalanları şu mısralarla okuyalım:
Küçük bir çocuğum ben,
naftalin kokusu sandığında annemin
ve unutulmuş düşler denizi olan
küçük bir çocuğum ben.
Kanaviçelerinde umudun billur tanesi.
Usumda,
aralıksız ağlayan anneannem
ve kulaklarımda uğultusu
Yol yol, dağ dağ kervansız gidenlerin…
Suyu azalmış
küçük bir köy çeşmesiyim ben,
1339 kışında,
künyesine hicret yazılmış
küçük bir köy çeşmesiyim ben…
Gözbebeklerinden öptüm en son,
alınlarından öptüm,
kınalı ellerinden öptüm;
Ağıtını yıllarca
sularımda gizlediğim
Tapusuz, tuğrasız, fermansız gidenlerin…
Yaşlı bir trenim ben,
rayların sıcaklığı bağrını dağlayan
Ve üzerinde
nice güneşler batan
yaşlı bir trenim ben….
Camlarımda resimleri var çocukların,
Vagonlarımda hüzünleri var;
Gözyaşını yüreğine akıtıp,
Elemi doldurup heybelerine
Hicranı kuşanıp
Ünsüz, namsız,
Ve heyecansız gidenlerin….
Eski ve köhne bir vapurum ben,
ismim Gülcemal miydi,
Dumlupınar mıydı unuttum…
Ciğerlerinde biriken son kara dumanı
Haykırarak suya bırakan
eski ve köhne bir vapurum ben…
Hala,
Kulaklarımdadır türküsü,
Selânik’ten
İstanbul’a,
Ya da,
Selânik’ten Tekirdağ’a cansız gidenlerin….
Yaşlı ve ulu bir çınarım ben,
Vodina’da,
Yanya’da ,
Drama’da unutulmuş,
Yaşlı ve ulu bir çınarım ben…
Dallarım
saçlarını okşar
seher vakti usulca gökyüzünün
Yapraklarımdan yere düşer her mevsim
hatıraların titrek ninnisi..
Yapraklarımdan yere düşer gözyaşlarım…
Döneceği günü beklerim hep
Bıkmadan
usanmadan,
Döneceği günü beklerim hep;
Bir sabah, apansız gidenlerin….