Akarsular tarafından derin vadilerle yarılmış düzlüklere plato denilmektedir. Ülkemizde platolar geniş yer kaplamaktadır. Engebeli ve dağlık bir ülke olmamıza rağmen bu kadar çok plato olmasının sebebi, 3. ve 4. jeolojik zamanlarda ülkemizde gerçekleşen toplu yükselmedir. Akarsular derin vadi şeklinde olduğu için tarım sulamasında kullanılması zordur. Yüksek platolarda büyükbaş mera hayvancılığı, alçak platolarda ise tarım ve küçükbaş hayvancılığı gelişmiştir.
Platolarımız Oluşumlarına Göre 4’e ayrılır:
1. Volkanik Platolar: Lav tabakalarının akarsular tarafından yarılmasıyla oluşan plato çeşididir. Ülkemizin en yüksek platolarıdır, toprakları verimlidir, ancak yükseklik ve iklim şartlarından dolayı tarım yapılamamaktadır. Çayır ve iğne yapraklı ormanlarla kaplıdır. Büyükbaş ve mera hayvancılığı yapılmaktadır. Erzurum – Kars Platosu ve Ardahan Platosu ülkemizdeki volkanik platolara örnek teşkil eder.
2. Karstik Platolar: Kalker ve Jips gibi eriyebilen ya da çözülebilen kayaçların bulunduğu arazilerin akarsular tarafından aşındırılması sonucu oluşan platolardır. Akdeniz Bölgesindeki Taşeli Platosu ve Teke Platosu karstik platolardır. Bu platoların arazi yapısı geçirimli ve taban suyu düşük, toprak verimsizdir.
3. Tabaka Düzlüğü Platoları: Tabaka uzanışı yatay duruşlu olan tortulların akarsular tarafından derin bir şekilde yarılması ile oluşan platolardır. Genellikle İç Anadolu Bölgesinde yaygın olan bu platolarda tahıl tarımı ve küçükbaş hayvancılık yaygındır. İç Anadolu Bölgesinde yer alan Haymana Platosu, Cihanbeyli Platosu, Obruk Platosu, Bozok Platosu, Uzunyayla Platosu; Ege Bölgesinde yer alan Yazılıkaya Platosu; Güneydoğu Anadolu Bölgesinde yer alan Gaziantep Platosu ve Şanlıurfa Platosu tabaka düzlüğü platolarına örnektir.
4. Aşınım Platoları: Aşınma sonucu düzleşen yerlerin herhangi bir yükselme olmaksızın sonraları akarsular tarafından yarılması sonucu oluşan platolardır. Marmara Bölgesinde yer alan Çatalca – Kocaeli Platosu ve Karadeniz Bölgesinde yer alan Perşembe Platosu aşınım platolarıdır.
Öğrenmenin yaşı yoktur kardeşlerim, öğreneceğiz. Yurdumuzun dağlarını, ovalarını, nehirlerini platolarını adımız gibi bileceğiz. Madem “Coğrafyamız kaderimizdir”, kader çizgimizin ana hatlarından haberdar olacağız. Fiili coğrafyamızı da, fiziki coğrafyamızı da, gönül coğrafyamızı da karış karış öğreneceğiz. Bunu bize tarih emrediyor. Ayağımızı bastığımız toprağın kıymetini bilmezsek, (Allah korusun) toprak bir halı gibi ayağımızın altından çekilir de haberimiz olmaz. Baksanıza coğrafyamızın dört bir tarafı gene karış/tırıl/dı. Sınırlar yeniden güçlünün istediği şekilde çiziliyor. Unutmayalım, bilgi en büyük güçtür. Bilgi tazelemenin faydasına inanmayıp “Ben bunu zaten biliyordum ki!” diyenlerle, “Bana ne kardeşim coğrafyadan, tarihten?” gafletine düşenlere ne demeli? Dışlayıcı olmayacağız tabi ki. Hadi onlara da türkü dinleme cezası(!) verelim bu seferlik.
“İnsan kısım kısım, yer damar damar” adlı Alvar deyişini gün içinde en az 10 kere dinlesinler. Bak şimdiden “Hocam Alvar ne yana düşüyor?” diye sormaya başladılar. Sevgili kardeşim; Alvar, Uzunyayla Platosunda bir yörenin adıdır. Sen şimdilik türkünün sözlerine odaklan. Orada Coğrafya da var, Sosyoloji de var, Psikoloji de var. Ve tabi ki aşk var, aşk! “Kaşların lâmelif, gözlerin kamer” (Âh min’el aşk!) Bana sorarsanız bu türküyü elinde sazı ile ülke ülke dolaşan Loudingirra Özdemir adlı gezginden dinleyin derim. Japonya’nın Kyoto şehrinde bir sokağa bağdaş kurup “Sen bir bahçıvan ol, ben de gül olam / Yakışır ellere der beni beni” avazıyla türküyü havalandırırken Hibiki adlı Japon arkadaşı da yöresel enstürmanı ile ona eşlik etmiş. Japonya nereee, Alvar nere? Bu manzara ben çok duygulandırdı çok! Taaa Ertuğrul Fırkateynine kadar götürdü. Deyişi birçok sanatçı daha okumuş ama kaynağından dinlemek isterseniz Alvarlı ozan Abuzer Karakoç’tun yorumuna da bir kulak verin derim âcizane.
Demek ki neymiş; yeryüzünün inişli-yokuşlu, yüksekli-alçaklı olduğu gibi insanoğlu da kısım kısımmış. Mizaç olarak bir tarağın dişleri gibi değil, bir elin parmakları gibi imiş. Beş parmağın beşi bir değilmiş. Bu gerçeği bilip, buna göre hareket etmemiz gerekirmiş. Asla kimseyi ötekileştirmemek lazımmış. Kısa ve öz deyişle insan, “incinsen de incitme” düsturunca yaşamalıymış, vesselam…
Not: Aslında sözün burasında mevzuyu bir hatırama bağlamak istiyordum ama yazı uzadı. En iyisi bu plato konusuyla alakalı anımı bir sonraki yazıya bırakalım.