Osmanlı döneminde çocuk eğitiminde şiddet var mıydı? Çocuklar nerede, nasıl eğitiliyorlardı. Tanzimat döneminin en önemli eğitimcilerinden Münif Paşa bakın çocuk eğitimini nasıl anlatıyor…
Bu makale Tanzimat döneminin kalburüstü maarif adamlarından olan ve Münif Paşa olarak tanınan Mehmet Tahir Münif Efendi’ye aittir. Münif Paşa, Tanzimat döneminin önde gelen bilim, kültür ve siyaset adamlarından biridir. Çocuk Terbiyesinde dikkat edilecek esaslara dair bu makalenin yayınlandığı Mecmua-i Fünûn’un editörü Münif Efendi’dir. O dönemde çocuk eğitimi ve çocuk terbiyesine dair yayınladığı bu makale ile Münif Paşa devrinin önde gelen maarif adamları arasında yer aldığını göstermiştir. O devirde hem bilgisi hem de liyakati ile tanınan bir maarif adamıdır. Mecmu-i Fünun o devrin fen ve eğitim konularına yer veren özgün bir dergisidir.
Çocuk terbiyesine ait o devir Osmanlı’da olan terbiye esaslarına dair bilgiler vermiş. Bu bilgileri batıdaki örnekleriyle mukayese etmiştir. Dergide ağırlıklı olarak eğitim konuları işlenmiş. Yazar çocuğun haklarını ve terbiye esaslarını incelemiştir. Münif Efendi’ye göre çocuk her türlü iyiliğe ve önceliğe layık bir varlıktır. Yazar makalesinde çocuğun cemiyete uyum süreciyle ilgili olarak dikkat edilmesi gerekli esasları açıklamış. Münif Efendi döneminde Maarif Neazırlı’ğı da yapmış. Osmanlı dönemi yeni eğitim kurumlarının açılmasında fikir ve teorileri kadar icraatlarıyla da görev almıştır. Münif Efendi bu makalesinde çocukların terbiyesinde şiddete başvurulmamasını bir terbiye esası olarak ortaya koymuş. Çocukların manevi ve ruhi varlıklarının örselenmemesini istemiştir.
E H E M M İY E T -İ T E R B İY E -İ Ş İ B Y Â N (1)
Bir şeyin fesadı bilinmedikçe İslahı tasavvur olunmadığı mişillu bir kimesne cehlini itiraf etmedikçe tahsîl-i ilme ibtidâr eylemiyeceği kazâyâyı müsellemedendir. Binâen a’leyh iktisâb-ı kemâl u istihsâl-i vesâil-i hüsn-i hâl etmek isteyenler evvel emirde kendu noksân u kusurlarını taharrî ederler. Fakat ekseriyâ insan hîn-i tufûliyetden beru m e^ûf olduğu âdât u ahlâkın hüsn u kubhunu temyizden âciz olduğundan erbâb-ı rüşt u reviyyet bu keyfiyetin hakikat-i hâle ittilâ’a perde-keş-i haylûlet olduğunu bilerek bu bâbda şâirlerinin ihtârât-ı hayır-hâhânesini garaz u hakârete hamletmeyip bir kelâm-ı hakîkat- ittisâm her kimin lisânından şudûr eder ise etsin “lâ tanzur ilâ men kâle bel unzur ilâ mâ kâle” kaidesince kâile bakmayarak mekûlu sencîde-i mîzân-ı dikkat ve i tibâr eylerler. İmdi memleketimizde âsâr-ı medeniyyetin gereği gibi ilerûlemesine ve beyne’l-ahâlî vesâit-i servet ve saâdetin tezâyudune mâni bazı ilel ve esbâbı mevcûd olup vatanın menâfi -i hakîkasına vâkıf olanlar buna nazar-ı teessüf ile bakmakta ise de ekseri halk bundan gafil ve mücerred (innâ vecednâ âbâsenâ)2 kavli ile âmil bulunduğundan esbâb-ı mezkûre ne makûle şeyler olduğuna ve bunların devamı menâfıM âmme hakkında ne derece m uzır u vahîm bulunduğuna dâir lâyıh-ı hâtır-ı kâsır olan bazı mevâddın aralıkta arz ve beyânına mücâseret olunacaktır. Şîme-i memdûha-i vatan perveri ve nusfet ile muttaşıf olan zevât bu bâbda hulûş-ı niyetimizde iştibah etmeyerek ihtârât-ı âcizânemizin çeşm-i insaf ve dikkat ile mütâlaasına rağbet ve sehv u hatâsı görüldüğü halde rehîn-i afv u inâyet buyurmalarını kemâl-i tazarru u ibtihâl ile temenni ve niyâz ederiz. Çeşm -i inşâf gibi cârife mîzân olmaz Kişi nokşânını bilmek gibi ‘irfan olmaz. Bekây-ı nevi hikmet-i bâligasına mebnî kâffe-i hayvanât-ı şâire mişillu insan, evlâd u ensâbının ihtiyâcât-ı cismâniyeleri d efin e taba’an mâil olup havâyic-i rûhâniyeleri istihsâline ise aklen ve şer’an me’ mûrdur. Binâberîn erbâb-ı rüşd u sedâd evlâd u ahfadlannın hüsn-i muhâfaza-i cismâniyele rine sa’y ettikleri kadar tahsîl-i ilm ve âdâb eylemelerine takayyud u ihtimâmı ehemmi vezâyıf-i ubuvvet cadd ederler. O l vecihle insan, bekây-ı nevi esbâbının istihsâlinde hayvan ile müşterek olup ancak neslinin havâyic-i maneviyelerinin istikmâliyle temeyyüz eder. Evlâdlarının muhâfaza-i cis1 M ünif Efendi, Mecmua-i Fünûn, İstanbul 1279, fasikül 5, s. 176-185. 2 (Biz atalarımızı böyle gördük) Zuhruf, âyet 23 [43/22, 23].
EHEMMİYET-İ TERBİYE-İ SIBYÂN527 mâniyeleri hakkında ebeveynin sa’y u ihtimâmları her ne kadar mümted olsa yine bir zamân-ı m ahdûd zarfında olup andan sonra evlâd semere-i sa y u gayretle hem kendisini ve hem de ebeveyninden m azhar olduğu muamele-i cemileyi icrâ etmek üzere vücûda gelecek evlâdını beslemeye m ecbûr olacağından işte ol gün geldikte çocuklarının sefâlet ve mezellete dûçâr olmasını isteyenler anlara vaktiyle ilim u marifet veyâhut bir kâr u sanat talimini ehemmi um ûr addederler. Ve iş bu ilim u sanat muktazây-ı vakt u hâle ve bazı kere çocuğun meyi u havesine göre intihâb olunur. Fakat, bir çocuk her ne mesleğe sülük edecek olursa olsun, evvel emirde kendu lisânını suhûletle okuyup yazacak ve ahz u i tâsını kalem ile hesâb edecek kadar sanat-ı kitâbet tahsîl eyledikten sonra ittihâz edeceği mesleğe göre lâzım gelen fünûnu tahsîl eylemek lâzımdır. Şu esâsa riâyet olunmadıkça hiçbir meslek u sanatta kesb-i mahâret m üm kün olamaz. cAlalcum ûm zan olunduğu misillu ilim u sanat ayrı şeyler olmayıp hakikatte beyinlerinde şiddet-i irtibât u ittihad vardır. ‘U lû m u n sanâyie ziyâde medhal u mu’âveneti olup meselâ dülgerlik ve duvarcılık ve boyacılık ve hattâ en sâde görünen fırıncılık ve aşçılık sanatları kavâcid-i İlmiyeye mebnidir. Eğerçi pek çok erbâb-ı sanâyi kendilerine lâzım olan funûndan bîbehre oldukları halde icra-i sanat ederler ise de bu makûleler papağan ve diğer bazı mukallid hayvanların tekellüm u raks u harekât-ı saire ta- ‘allüm eylemesi kabîlinden olarak yaptıkları şeylerin esâs u hikmetini bilmezler ve hemen ustalarından gördüklerini yapıp sanatlarının ıslâhına destres olmak şöyle dursun bu m akûle terakkinin imkânı hayâlhâne-i hâtırlarına dahî gelmez. İşte bizim taraflarda hiraf u sanâyiin ileri gitmesine dahî sebep bu olup ekser sanayice lâbud olan ilim-i kimyâ ve hikmet-i tabîiyye ve resim ve hendese ve cerr-i eşkâl gibi ulûm un mevadd-i esasiyeleri ta’allüm olunmadıkça memâlikimizde sanâyiin dûçâr olduğu hâl-i vukûfdan tahlîşi m ümkün olamaz. Hemcivârımız olan Avrupalılar sanayi u maarifde bir derece-i a lâya varmış iken bizim ilimsiz şu hâl-i vukûfda bile kalmamız kâbil olm ayup gittikçe gerileyeceğimiz derkârdır. Çünkü Avrupalılar culûm u funûn sâyesinde îcâd u istim aline zaferyâb oldukları âlât u edevât vasıjasıyle maşnû atlarını eshel-i sûret ve ehven-i behâ ile çıkararak bu tarafa nakl u furûht eylediklerinden bizim ehl-i sanâyiin usûl-i kadîmeleri üzere yalnız el ile imal eyledikleri em ti’a bittabîci bahalû geleceğinden Avrupa masnû âtına mukavemet edemeyerek şu hâlin şimdiye kadar sû-i tesîrâtı pek çok görüldüğü misillu nihâyete’l-emr Memâlik-i Mahrûsa-i Şâhânede sanâyiin hemen bilkülliye inkırazını m üeddî olacağı emr-i âşikârdır. 528 ÂDEM AKIN Bundan murâdımız bir memleket ahâlîsi kendisine lâzım olan eşyanın kâffesini bizzat imâl u tahsîl ederek başka memlekete muhtaç olmamalıdır demek değildir. M ukaddem leri bu bâbda henüz tecârib sebkat etmeksizin Avrupada dahî bu efkâra zehab olunmuş ise de m u’ ahharen erbâbı indinde butlânı tebeyyün etmiş olduğundan bu bâbda ısrâr etmeyiz. M amâlik-i Mahrûse-i Şâhânenin vüs’at ve kabiliyet-i ârâzisi cihetiyle her şeyden evvel emr-i zirâatın tevsi u tervîcine sa y u ihtimâm olunması daha hayırlı olacağı derkâr ise de Avrupalılara nisbetle ehli kurâ mesâbesinde kalmamak içun funûn u sanâyiin bilkülliye ihmâliyle mkırâzında mubâlât olunmaması mazarrat-ı keşîresinden sırf-ı nazar, namûs-i milliyete dokunur mevâddındandır. H er ne ise buraları başkaca mevzû-i bahs olunacak mesailden olup sadedimizden hariç bulunduğundan bu m ahalde tafsilatına girişmek iktizâ etmez. Şu mukaddemâttan müstebân olacağı vecihle elyevm yalnız devlet me’mûriyetinde bulunm ak için değil belki her kangi kâr u sanata sulûk eylemesi murâd olunur ise olunsun herkes hâl u mevkiinin müsâadesine ve intihâb olunacak mesleğe göre çocuklarının terbiye ve talimine sacy u ihtimâm etmelidir. İşbu terbiyenin dahî biraz okuyup yazm ak öğrenmekten ibâret olması zam anım ızda kifâyet etmeyup kitâbetin mücerred tahsiline âlet olduğu funûn u maârifden herkesin hâline göre hissedâr olması lâzım ve lâbuddur. Çünkü insanın muktazây-ı şerefi nutk u iz’ânı üzre hayvanât-ı şâire gibi sûret-i ma’îşet ve zindegânîsi bir derecede kalmayıp dâima terakkiye mâil ve müstaid olduğundan Eflatun’un (lâ tukaşşır veledeke calâ edebike liennehû hulika li-vaktin ğayre vaktike) kelâm-ı hikmet ittisâmı mantûkınca çocuklar pederleri zamânının gayn bir zam anda ta’ayyüş eylemek için halk olunmuş olduğu cihetle pederler anların terbiye u talimini vaktiyle kendilerinin istihsâl ettikleri dereceye hasr u kaşr etmeyup belki bulunacakları zam ana muvâfık u mulâyim olan mevaddı talîm eylemeleri iktizâ eder. Filhakika şu kâideye riâyet olunmayacak olsa hiçbir şeyde eser terakki zuhûra gelmeyup insanın sıfat-ı hayvaniyete çesbân yek-nesak ve seyyân bir halde bulunması îcâb eder. İmdi zam anımızda ekser-i nâs şu maddenin derece-i ehemmiyetini ve terbiye-i etfal bir memleketin servet u saadet ve kuvvet u kudretinin mebniyyun aleyhi olduğunu gereği gibi fehm u iz’ân edemiyerek daireyi maârifin tevsiine lüzûm görmedikleri cây-i teessüftür. Elyevm merî olan usûl-i talîmiyyenin dahî azhân-ı etfale nâ-muvâfâkatı derkâr olup sarf u nahiv ve mantık ve m e’ânî ismiyle şâkirdin öğrendim ve muallim inin öğrettim deyu mem nûn u müftehir oldukları şeyler çocuğun manây-ı sahîhini ve sûret-i isti mâlini ve hattâ ne maksat ile okuduğunu bilmeyerek yalnız tûtî gibi teleffuz eylediği birtakım kavâ’id u iştilâhadtan ibârettir. Şıbyâna culûm-i mezkûre kırâet u te’allüm ünden maksat olan Arabî lisânının mâhiyetinden bîhaber olduğu halde i’lâl u i’râb ve emsâli kavâ’id-i dakîka ve hikemiyesini nasıl zihni ihâta edebilir ve henüz en sâde ibâreyi fehm u terkibe kudreti yoğiken faşâhat u belagat üzre ifade-i m erâm eylemek usûlûnu ta allümden ne istifâde eyleyebilür? A cabâ talîm-i şibyân ile iştigal eden hocaların kangısı öğrettiği kavâ’id-i Arabiyye ve mantıkıyyeyi kâlen veyahut kalemen icrâya muktedirdir? Bu m akûle talimin azhân-i şibyânı tahdîş ve it’âbdan başka bir semeresi görülem eyüb tahsîl-i dest-mâye-i istidad kılındıktan sonra tekrar tederrüs olunur ise ancak ol vakit fa’ idesi müşahede olunduğu cüm lemizin sergüzeşti ve mücerrebi olan hâlattandır. Bil-farz-ı culum-i mezkûre gereği gibi tahsîl olunsa bile bunlar kesb-i kemâlât-ı lazımaya âlât olacağından asıl maksat olan funûn-i nafı’ayı tahsile çalıştırılmaları ehemm-i umurdandır. D ünya ve ahirette sermaye-i saadetleri olacak bu misillû emr-i mühim m in hüsn-i huşûlü zım nında her türlü fedakârlık ihtiyarı lâzım gelir iken bazı pederler çocuklarının vıladet u sünnet veyahut ekseriya vakti gelmeksizin tezevvücleri vesîlesiyle masarrıf-ı külliyye ihtiyar edup umur-i talimiyyeye gelince bâdi-havâ olmasını veyahut cüzî masrafla husule gelmesini isterler. Filhakika o m akule bir iki günlük hevâyı şeylere o kadar masraf ve tekellüf olunupda emr-i talîm ve terbiyenin hiçe sayılması ne derece alâmet-i hum k u cehâlet olacağı muhtaç-ı izâh değildir. Avrupa’da terbiye-i etfale ziyade i’tina olunup bu bâbda herkes ‘alâ kadr-i hâlihi bezl-i m echûd eylemeği vecîbe-i zimmet-i übüvvet bildiğinden bir adamın çocuğu dünyaya geldikte her şeyden evvel meşârif-i talimiyesini düşünür. Ç ocuk bir zaman peder ve validesinin bulunduğu m ahallede mektebe devam ile mukaddimât-ı İlmiyeyi tahsil ettikden sonra büyük dâru’l-funûnları bulunan mahâll-i bacideye irsal ile orada tederrüs ve tecayyüşleri içun lâzım gelen mesarif-i külliyeyi valideyni deruhde ederler. Ve erbâbı servet u yesârdan olanlar evlâtlannı derslerini tekmil ettikten sonra memâliki şâire ahvâline ve ahâlîsinin usûl ve ahlak ve âdetlerine re3yü’l-ayn kesb-i ittıla’ eylemek üzere mahalli ba’îdeye i zâm ederler. Sıbyân muktezay-ı hâl-i şabâvat ilm ve marifetin lüzûm ve ehem m iyetini fehm ve iz’ân edemiyerek m elâ’ib u melâhî ile iştigale meyl-eyledikleri 530 ÂDEM AKIN halde vâlideyni veyahut velîleri kâh suret-i mülâyemet ve kâh cunf u şiddet izhâriyle tahsîl-i ilm u edebe çalıştırdıkları misillû basar-ı basiretleri küşâde olan devletler dahî tebaları hakkında evlâd muâmelesi ederek ol bâbda her dürlü vesa il-i teshiliye ve levâzım-ı teşvikiyeyi ifa ve hattâ bazı Alm anya devletleri yedi yaşma varmış gerek kız ve gerek erkek çocuklarını mektebe koym ayan pederleri tecrîm ile eşica-i cihân-tâb-ı ilm u mârifetin intişârına i tinâ ederler. Terbiye-i um ûm iyenin nezd-i Saltanat-ı Seniyyede dahî kemâl-i ehem ¬ miyeti rehîn-i takdir olup hâsseten şu maslahat-ı hayriyenin hüsn-i tervîc u temşitiyle iştigal eylemek üzere mukaddemce nazâret-i mahsûsa te sisine ve gerek Dersaâdet’de ve gerek Memâlik-i M ahrûsenin pek çok m ahallerinde şıbyâmn meccânen mukaddimât-ı ‘ulûm tederrüs eylemeleri zam anında rüştiye mektepleri küşâdına himmet buyrulmuştur. M am âfıh mekâtib-i mezkûrenin sûret-i idâre ve intizamları henüz arzu olunacak derecede olmadığı misillû mahalle mekteblerinde câri olan usûlun ziyâde islâha muhtaç olduğunu itirafa mecbûruz. Bu misillû mekâtibin ıslâhı evvelâ muallimlerinin oldukça ehliyet u istitâ’at eshabından olmasında ve sâniyen bunların ittihâz ettikleri usûl-i talimiyenin yolunda bulunmasından ibârettir. Şibyân az vakit zarfında Türkçeyi bis’ -suhûle okuyup yazm ağı ve lâzım gelen mukaddemât-ı funûnu te’allûm eylemek üzere bir usûl-i münâsip vaz-i te sisi ve bunun içun lâzım gelen kütüb u resâilin intihâb u tertîbi az bir himmetle ‘ahd-i karîbde huşûl-periz olabilir. Fakat bir vech-i m atlûb m uallim tedârûkü buna-nisbetle biraz mûşkil olduğu misillû bulunsa bile el-yevm bu meslekde te’ayyüş edenlerin ihrâcı haklarında m ağdûriyeti mûcip olacağından bunlar hâli üzre terk olunup fakat yeniden bu mesleğe sulûk edecek olanlar usûl-i cedîdede bi’l-imtihan ehliyeti nümâyân olduğu halde kabul olunup bu bâbda medâr-ı şevk ve gayret olmak üzere yeni muallimlere ziyâdece maaş veyahut bir nevi imtiyâz verilmesi ve eski muallimlerden dahî bu sûreti kâbûle müstacid ve tâlib olan olduğu halde ba’d e’l-imtihân onların dahî şu müsâdeye mazhar olmaları maksad-ı mezkûrun husûlüne kâfi olacağı m eczûmdur. Bizim mekteblerde yolsuz bir şey daha vardır ki şu sırada onun dahî beyânından geri durulam az. Bundan muradımız zavallı çocukların dayak ile te’ dîb olunması maddesidir. Sâye-i adâletvâye-i Saltanat-ı Seniyyede en büyük cürm u kabâhat irtikâb eden eşhâş-ı kaviyyetü’l-bünye birçok senelerden beru şu T a zîb-i cismanîden halâs oldukları halde henüz derkâr olan nezâket-i vucudlan cihetiyle her vechle haklarında lutf u mulâyemetle m uâmele olunması lâzım gelen atfâl hakkında şu hareket doğrusu revâ EHEMMİYET-İ TERBİYE-İ SIBYÂN 531 görülmemelidir. Etfaldan emr-i te’allüm de tekâsül u rehâvet veyahut şâyân-ı takbîh bir fiil u hareket görüldükte mutlaka dayak ile m ucâzât iktizâ etmeyüp gûnâgün şuver-i te3dîbiyye vardır ki yoluyla icra olunduğu halde bunlann her birisi birçok değnekden ziyâde müessir ve kârgir olduğunda iştibah yoktur. M eselâ bazı kere münâsib lisan ile tâ’zîr veyahut mahall u makâmını tağyîr etmek ve bazı kere şâir şakirdân mektebden azîmete nâil-i ruhsat aldıkları halde biraz vakit tevkif eylemek ve daha âlâsı okuduğu dersi kabahatına göre yirmi otuz ve daha ziyâde d e f a yazm ağa m ecbûr etmek gibi tedbîrin husûlu maksada kâfi olacağı umûr-i mücerrebe ve müsellemedendir. Filhakika işbu dayak usûl-ı muzırrası hımâr gibi kemâl-i gılzat-ı fehm ile beraber anû olan hayvanâta mahsûs olup nevi şerîf-i insan bâ-huşûş şıbyân-i nezâket-i bünyân hakkında şu muâmelenin icrası nâ-çespandır. Bunun vücutça îrâs edebileceği mazarrat şöyle dursun, sû-i te’sîrât-ı maneviyesi dahî derkârdır. Ekseriyâ şu hâl-i taham mül-güdâza mazhar olan şıbyân, hakâret u meskenete me’ lûf olarak müddet-i ömürlerinde izzet-i nefislerini vikâye edemiyecekleri meczûmdur..
Çocuk Terbiyesinin Önemi (EHEMMİYET-İ TERBİYE-İ SIBYÂN)
Bir şeyin bozukluğu bilinmedikçe düzeltilmesi düşünülemeyeceği gibi, bir kimsenin cehaletini itiraf etmedikçe bilim öğrenmeye başlamayacağı da kesin bir gerçektir. Olgunluğu ve iyi bir konuma ulaştıracak araçları kazanmak isteyenler öncelikle kendi noksan ve kusurlarını araştırırlar. Fakat çoğunlukla insan çocukluktan beri alıştığı âdet ve ahlâkın güzel ve çirkin taraflarını ayırt etmekten âciz olduğundan reşit olmuş kimseler bu durumun gerçeği gizleyen bir nitelikte olduğunu bilerek, bu bağlamda diğerlerinin iyiliksever uyarılarını garaz ve hakarete hamletmeyip, gerçek bir söz kimin lisanından çıkarsa çıksın, ‘söyleyene bakma, söylenene bak’ kuralınca, söyleyene bakmayarak söylenilene dikkat ve itibar ederler.
Şimdi memleketimizde medeniyet eserlerinin gereği gibi ilerlemesine ve halk arasında servet ve mutluluk araçlarının artmasına engel bazı özür ve sebepler mevcut olup, vatanın gerçek menfaatlerine vâkıf olanlar buna teessüf gözüyle bakmakta iseler de, halkın çoğunluğu bundan gâfil ve mücerred “biz atalarımızdan böyle gördük”* sözü ile davrandığından, belirtilen sebeplerin ne çeşit şeyler olduğuna ve bunların devamının kamu yararına ne derece zararlı ve vahim bulunduğuna dair hemencecik akla gelen bazı hususların burada arz ve açıklanmasına cesaret edilecektir. Vatanseverlik ve insaf gibi vasıflarla donanmış olan kişilerin, bu çerçevede hâlis niyetimizden şüphe etmeyerek, âcizâne uyarılarımızın insaf ve dikkat gözü ile mütâlaâsına rağbet etmelerini ve bir hatası görüldüğünde bağışlamalarını tam bir alçak gönüllülük ve dua ile temenni ve niyaz ederiz.
Çeşm-i insaf gibi ârife mîzân olmaz.
Kişi noksânını bilmek gibi irfân olmaz.
Türkün bekâsı yüce hikmetine bağlı olarak, diğer bütün hayvanlar gibi, insan evlât (çocuklar) ve soyunun bedensel ihtiyaçlarının giderilmesine doğası gereği eğilim gösterdiğinden, ruhsal ihtiyaçlarının üretilmesine (istihsâline) ise aklen ve dînen yükümlüdür. Bundan dolayı rüşt ve akıl sahibi kişiler, çocuklar ve torunlarının bedenlerinin iyi korunmasına çaba sarf ettikleri kadar, ilim ve edep öğrenmelerine özen göstermeyi en önemli babalık görevi sayarlar. Bu sebeple insan, türünün bekâsı sebeplerinin üretilmesinde hayvan ile ortak olup, ancak soyunun manevî (ruhsal) ihtiyaçlarının karşılanmasıyla ayırt edilir. Çocuklarının bedenlerinin korunması hakkında anne-babaların gayret ve özenleri her ne kadar uzun sürerse sürsün, yine sınırlı bir sürede olup; ondan sonra çocuklar, kendi çaba ve gayretlerinin semeresi olarak hem kendilerini ve hem de anne-babalardan (ebeveyn) mazhar olduğu güzel muameleyi icrâ etmek üzere vücûda gelecek çocuklarını beslemeye zorunlu olacağından, işte o gün geldiğinde çocuklarının düşkünlük ve yoksulluğa düşmesini istemeyenler, onlara vaktiyle ilim ve ma’rifet veya bir iş ve sanat öğretmeyi en önemli iş sayarlar. Ve işte bu ilim ve sanat, zaman ve durum gereği bazı kere çocuğun yetenek ve hevesine göre seçilir.
Fakat bir çocuk her ne mesleğe yönelecek olursa olsun, öncelikle kendi dilini kolaylıkla okuyup yazacak, alış verişini kalem ile hesap edecek kadar yazı sanatını öğrendikten sonra, gireceği mesleğe göre gerekli olan fenleri (fünûnu) öğrenmesi gerekmektedir. Bu ilkeye uyulmadıkça hiç bir meslek ve sanatta maharet kazanmak mümkün olmaz. Genellikle sanıldığı gibi ilim ve sanat ayrı şeyler olmayıp gerçekte aralarında kuvvetli bir ilişki ve bağ bulunmaktadır. Bilimlerin sanata belirgin katkı ve yardımı olup, örneğin dülgerlik, duvarcılık ve boyacılık ve hatta en sade görünen fırıncılık ve aşçılık sanatları bilimsel kurallara dayalıdır. Her ne kadar pek çok sanat mensubu kendilerine gerekli olan fenlerden habersiz oldukları hâlde sanatlarını icra ederlerse de böyleleri papağan ve diğer bazı taklitçi hayvanların konuşma ve raks etme ve diğer hareketleri öğrenmesi kabilinden olarak yaptıkları şeylerin esas ve hikmetini bilmezler ve hemen ustalarından gördüklerini yapıp, sanatlarının ıslâhına gücü yetmek şöyle dursun, böyle bir terakkinin (gelişme ve ilerlemenin) imkânı hayallerine bile gelmez. İşte bizim taraflarda (bizim ülkemizde) meslek ve sanayiin ilerlememesine dahi sebep olup, bir çok sanayi için zorunlu olan kimya ve fizik bilimi ve resim ve mühendislik ve mekanik gibi bilimlerin temel konuları öğrenilmedikçe, memleketimizde sanayimiz, karşı karşıya kaldığı durgunluk durumundan kurtarılması mümkün olamaz. Komşumuz olan Avrupalılar sanayii ve maaarifte (eğitimde) yüksek bir dereceye varmış iken, bizim bilimsiz, şu durgunluk hâlinde bile kalmamız kabil olmayıp gittikçe gerileyeceğimiz açıktır. Çünkü Avrupalılar bilim ve fen sayesinde icat ve kullanımına ulaştıkları âlet ve edevât vasıtasıyla ürünlerini en kolay şekilde ve en ucuz fiyata çıkararak bu tarafa nakil edip sattıklarından bizim sanayii kesiminin eski yöntem üzere yalnız el ile imal eyledikleri emtia doğal olarak pahalı geleceğinden, Avrupa ürünleriyle rekabet edemeyerek, şu hâlde şimdiye kadar kötü ettikleri pek şeyde görüldüğü gibi, sonunda Osmanlı ülkesinde, sanayiin hemen bütünüyle yok olmasına sebep olacağı açık bir biçimde ortadadır.
Bundan amacımız bir memleket halkı kendisine gerekli olan eşyanın tamamını bizzat imal ve tahsil ederek başka memlekete muhtaç olmamalıdır demek değildir. Önceleri henüz bir ön tecrübe geçirilmeden Avrupa’da dahi bu fikirlere yönelinmiş ise de sonraları bilirkişiler düzeyinde (erbâbı indinde) geçersizliği ortaya çıkmış olduğundan bu konuda ısrar etmeyiz. Osmanlı ülkesinin topraklarının genişliği ve verimliliği açısından, her şeyden önce tarımın genişletilip yaygınlaştırılmasına çaba ve özen gösterilmesinin daha hayırlı olacağı bilinmekte ise de, Avrupalılara oranla köylü düzeyinde kalmamak için fen ve sanatların tümüyle ihmaliyle yok olacağına aldırmamaktan doğan bir çok zararlardan sarf-ı nazar, milli namusa dokunur şeylerdendir. Her ne ise bunlar başkaca söz konusu olunacak sorunlardan olup sadedimizden hariç bulunduğundan bu boyutta ayrıntısına girişmek gerekmektedir.
Bu girişten açıkça anlaşıldığı gibi, bugün yalnız devlet memuriyetinde bulunmak için değil, hangi meslek ve sanata yönelmek amaçlanmış olursa olsun, herkes hâl ve mevkiinin uygunluğuna ve seçilecek mesleğe göre çocuklarının eğitim ve öğretimine çaba ve itibar etmelidir. İşte bu eğitimin de biraz okuma yazma öğrenmekten ibaret olması günümüzde yeterli olmayıp, kitâbetin (yazının) mücerret tahsiline vesile olduğu fen ve maariften herkesin kendi hâline göre hissedâr olması gerekmektedir.
Çünkü insanın nutk ve ve iradesi nedeniyle, diğer hayvanlar gibi yaşama şekli bir derecede kalmayıp, daima terakkiye (gelişme ve ilerlemeye) eğilimli ve yetenekli olduğundan, Eflatun’un “çocuğunu kendi terbiyen üzere eğitme. Çünkü o, senin yaşadığın devir dışındaki bir devirde yaşamak için yaratılmıştır” şeklindeki Felsefî sözleri gereğince, çocuklar pederleri (babaları) zamanının dışındaki bir zamanda yaşamak için yaratılmış oldukları cihetle, babalar onların eğitim ve öğretimlerini vaktiyle kendilerinin tahsil ettikleri derecede bırakmayarak belki bulunacakları(yaşayacakları) devre uygun ve eğilimli olan hususları öğrenmeleri gerekmektedir.
Şimdi çağımızda insanların çoğu bu hususun ehemmiyet derecesini ve çocuk eğitiminin bir ülkenin servet ve mutluluk ile güç ve kuvvetinin temel dayanağı olduğunu gereği gibi anlamayarak eğitim alanının genişletilmesine gerek görmemeleri üzüntü verici bir durumdur. Bugün yürürlükte olan eğitim yönteminin de çocukların zihin ve kavrayışına uygun olmadığı bilinmekte olup, sarf ve nahiv ve mantık ve meâni ismiyle öğrencinin “öğrendim” ve öğretmenin ise “öğrettim” diyerek memnun oldukları ve onur duydukları şeyler, çocuğun tam anlamını ve kullanış şeklini ve hatta ne amaçla olduğunu bilmeden, yalnız papağan gibi telâffuz ettiği bir takım kurallardan ve terimlerden ibarettir. Çocuklar, belirtilen ilimleri okumayıp, öğrenmekten maksat olan Arapçanın mahiyetinden habersiz olduğu hâlde, onun ilâl, irâb ve emsâli dakîk (ince) kurallarını ve felsefesini nasıl kavrayabilir? Ve henüz en sade ibareyi anlayıp kurmaya gücü yok iken, fesâhat ve belâğat üzere merâmını anlatma usûlünü öğrenmekten ne istifade edebilir acaba? Çocuk eğitimi ile uğraşan öğretmenlerin hangisi öğrettiği Arapça’nın kurallarını ve mantığını sözlü veya yazılı olarak icraya muktedirdir? Böylesi eğitimin, çocukların zihnini karıştırıp yormaktan başka bir semeresi olmayıp, eğitim için gerekli olan sermaye elde edildikten sonra tekrar olunur ise, ancak o zaman yararının görüldüğü, başımızdan geçen ve tecrübe ettiğimiz durumlardandır. Hatta adı geçen ilimler gereği gibi öğrenilse bile, bunlar gerekli olan kültürel ihtiyaçların karşılanmasına alet olacağından, asıl maksat olan yararlı fenleri tahsile çalıştırılmaları en önemli işlerdendir.
Dünya ve âhirette mutluluk sermayeleri olacak olan bunun gibi önemli bir işin (eğitim ve öğretimin) iyi bir biçimde gerçekleştirilmesi her türlü fedakarlık tercihini gerekli kılarken, bazı babalar çocukların doğum, sünnet ya da genellikle vakti gelmeksizin evlenmeleri vesilesiyle büyük masraflar yapıp, eğitim işine gelince bedâva olmasını veyahut cüzî masrafla geçiştirilmesini isterler. Gerçekte bu tür bir iki günlük havâyî (boş) şeylere o kadar masraf edip külfete katlanıp da eğitim ve öğretim (talim ve terbiye) işinin hiçe sayılması ne derece ahmaklık ve cehalet olacağı izaha muhtaç değildir.
Avrupa’da çocukların terbiyesine fazlasıyla itina olunup bu hususta herkes gücü yettiğince çaba harcamayı babalık görevi bildiğinden, bir adamın çocuğu dünyaya geldiğinde her şeyden önce öğretim masraflarını düşünür. Çocuk bir zaman baba ve annesinin bulunduğu yerde okula devam ile, başlangıç bilimlerini tamamladıktan sonra , büyük üniversiteleri bulunan uzak yerlere göndererek oralarda eğitim ve yaşamaları için gerekli olan büyük masrafları anne babaları üstlenirler. Hâli vakti yerinden olanlar, çocuklarını derslerini tamamladıktan sonra diğer memleketlerin ahvâlini ve halkının usûl, ahlâk ve âdetlerini bizzat görerek tanımaları için uzak yerlere gönderirler.
Çocuklar, çocukluk durumu gereği ilim ve ma’rifetin lüzum ve önemini anlayamayarak oyun ve eğlence ile uğraşmaya heves ettikleri hâlde, ebeveyni ya da velileri bazen yumuşak bir biçimde ve bazen de sertlik göstererek, ilim ve edep tahsiline çalıştırdıkları gibi, basiret gözleri açık olan (geleceği gören) devletler de halkları hakkında çocuk muamelesi yaparak, sözü edilen konuda her türlü kolaylık vesilelerini ve teşvik unsurlarını yerine getirerek ve hatta bazen Almanya devletleri yedi yaşına varmış gerek kız ve gerek erkek çocuklarını okula göndermeyen babaları cezalandırarak, ilim ve ma’rifet (bilim ve bilgi) ışıklarının her yere yayılmasına özen gösterirler.
Genel eğitimin saltanat-ı seniyyenin nezdinde de önemi takdir olunup özellikle şu hayırlı işin yaygınlaştırılıp yürütülmesiyle meşgul olmak üzere, başlangıçta özel bir bakanlık tesisine ve gerek Derseadet’de ve gerek Osmanlı Ülkesi’nin (Memâlik-i Mahrûse’nin) pek çok yerlerinde çocukların karşılıksız başlangıç ilimlerini öğrenmeleri çerçevesinde Rüştiye mekteplerinin açılmasına himmet buyurulmuştur. Bununla beraber, adı geçen okulların idare ve düzen şekli henüz arzu edilecek derecede olmadığı gibi mahalle mekteplerinde yürürlükte olan yöntem ziyâde ıslâha muhtaç olduğunu itirafa mecburuz. Bunun gibi mekteplerin ıslâhı, öncelikle öğretmenlerimizin oldukça ehliyet ve yeterlilik sahiplerinden olmasına ve ikinci olarak bunların benimsedikleri öğretim yönteminin yolunda bulunmasından ibarettir. Çocuklar az zaman zarfında Türkçe’yi kolaylıkla okuyup yazmayı ve gerekli olan başlangıç fenlerini öğrenmek üzere uygun bir yöntem konulup yerleştirilmesi ve bunun için gereken kitap ve risâlelerin seçimi ve tertibi az bir himmetle kısa bir sürede meydana gelebilir. Fakat istenilen düzeyde öğretmen sağlanması buna oranla biraz güç olduğu gibi, bugün bu meslekle geçinenlerin ihracı, haklarında mağduriyete sebep olacağından, bunlar oldukları gibi bırakılıp, ancak yeniden bu mesleğe gireceklerden sınav sonucunda yeni yöntemlerde yeterliliği (ehliyeti) sabit olanlar kabul olunup bu çerçevede sevk ve gayret umuru (motivasyon göstergesi) olarak yeni öğretmenlere ziyadece maaş veya bir nevi ayrıcalık verilmesi ve eski öğretmenlerden dahi bu gerekliliği kabule hazır ve talip olan olduğu hâlde sınavdan sonra onların da belirtilen yardıma mazhar olmaları, söz konusu amacın gerçekleşmesine yeteceği düşünülmektedir.
Bizim okullarda yolsuz (uygun olmayan) bir şey daha vardır ki bu aşamada onun da açıklanmasından geri durulamaz. Bundan amacımız zavallı çocukların dayak ile te’dip olunması (terbiye olunması) hususudur. Adaletli Saltanat-ı Seniyye’de en büyük cürm ve kabahati işleyen, bünyesi kuvvetli şahıslar, bir çok senelerden beri şu bedensel işkenceden kurtuldukları hâlde, henüz bedenlerinin nazikliği açısından her vechile haklarında letâfet ve nezâketçe muamele olunması lazım gelen çocuklar hakkında şu hareket doğrusu reva görülmemelidir. Çocuklardan, öğretimde tembellik ve gevşeklik ya da çirkin bir eylem ve davranış görüldüğünde mutlaka dayak ile cezalandırılmaları gerekmeyip türlü türlü terbiye yöntemleri vardır ki yoluyla icra olunduğu hâlde bunların her birisi bir çok değnekten ziyade etkili ve işe yarar olduğunda kuşku yoktur. Örneğin bazı kere uygun lisan ile azarlamak veyahut yer ve konumunu değiştirmek ve bazı kere diğer öğrenciler okuldan çıkmaya izin aldıkları hâlde bir süre okulda tutmak ve daha alâsı okuduğu dersi kabahatine göre yirmi otuz ve daha ziyade defa yazmağa mecbur etmek gibi tedbirin amacın gerçekleşmesine yetebileceği denenmiş ve kabul edilmiş şeylerdir.
Gerçekte zararlı olan işte bu dayak yöntemi eşek gibi zor anlayan ve aynı zamanda inatçı olan hayvanlara mahsus olup, şerefli insan cinsi ve özellikle çocuk gibi bünyesi nazik olanlar hakkında bu muamelelerin icrası mümkün değildir. Bunun bedence getirebileceği zarar şöyle dursun, kötü manevî etkisi de bilinmektedir. Çoğunlukla bu durum onların tahammüllerini yok ettiğinden, çocukların hakaret ve miskinliğe alışkın olarak ömürleri boyunca gururlarını (izzet-i nefislerini) koruyamayacakları kesindir.
(1) Münif, “Ehemmiyet-i Terbiye-i Sıbyân”, Mecmua-i Fünûn, İstanbul 1279, S. 5, s. 176-185.