Bu hafta “önemli” ile “değerli” kavramlarından ve bu kavramların insana yüklediği anlamlardan söz edeceğiz. Etrafımıza baktığımızda ne kadar da çok önemli insan görüyoruz değil mi? Birkaç yıl önce bir açılışta, eski bir bakan “şu önde, protokol sıralarında oturanlar var ya, işte onların hepsi önemli insanlar, ancak bunların içerisinde hangileri değerli, bunu zaman gösterecek” demişti.
Söz doğrudur. Günümüzde bütün makam ve mevki sahipleri, bir koltuğu dolduranlar ya da dolduramasa da bir şekilde işgal edenlerin tamamı, mesuliyet mevkiinde olmaları ve icra makamı olmaları hasebiyle önemli şahsiyetlerdir. Bu kişileri her gün gazetelerin ilk sayfalarında, tüm açılış törenleri ve resmi veya gayri resmi toplantıların ön koltuklarında, kimi zaman kapris yaparken, kimi zaman kurdele keserken, kimi zaman bin bir maske arkasından kimi zaman da samimi ve içten tavırlar içerisinde gözlemleriz. Herkesin hep bir ağızdan “Padişahım çok yaşa!” diye bağırdığı bu acınası zamanlarda, “Mağrurlanma Padişahım, senden büyük Allah (cc) var!” makamında bazı hatırlatmalar yapmak istedim, karınca kararınca…
Bunların “önemlilerinin” içerisinde gerçekten “değerli” olanlar var ya; işte onlar her türlü takdiri hak edenlerdir. Peki, onları değerli kılan nedir;
-Bulundukları makamı “Hakk’ın bir ihsanı ve aynı zamanda çok çetin de bir imtihanı” olarak görenler,
-Ahiret gününe gerçekten iman edenler, yani her bir hal ve hareketlerinden, her bir uygulamalarından hesaba çekileceklerine inanarak tarz-ı icrada bulunanlar,
-Gelip geçici bu yerlerde, halka “adalet ve hakkaniyet” ölçülerinden şaşmadan hizmet etmeyi, “Hakka hizmet” sayanlar,
-Kendilerini “Biz ancak hizmet edebildiğimiz kadar adamız” diye tarif edenler,
-Maiyetinden, “şartsız ve kusursuz bir sadakat” yerine, haksız ve adaletsiz uygulamalarında kendisini eleştirebilecek “cesaret ve liyakat” bekleyebilenler,
-Üç kuruşluk koltukların, beş kuruşluk dalkavukların, on kuruşluk saltanatın büyüsüne kapılmayanlar,
-Asla zulmetmeyenler, zulme rıza göstermeyenler, haksızlık yapmayanlar, haksız uygulama yapmasını emredenlere de hak namına karşı çıkanlar,
-Sadece ve sadece “Allah’tan” korkanlar, sadece O’na boyun eğenler,
-Yaptıkları hizmeti, adeta bir ibadet anlayışıyla tevazu ve temkin içerisinde yaparken, neticesini de yalnız “Allah’tan” bekleyenler,
-Kibir, gurur, eneiyyet belalarını ayağının altında ezerek, bilhassa elinin altındakiler ve yönettiklerine karşı; gönül ehli, hoşgörülü, müşfik ve merhametli olanlar,
-Gıyaplarında ya da bu dünyadan göçüp gittiklerinde, arkalarından herkese; “ne kadar da iyi bir insandı, hem şu kadar eser bıraktı, hem de kimseyi haksız yere kırmadı, incitmedi” dedirtebilenlerdir.
Bana öyle geliyor ki, öte tarafta bizim hangi muameleye maruz kalacağımızı belirleyecek olan kriterler de tam da burada yatıyor. Dünyada iken hak ve adaletten ayrıldık mı? Kaç gönül yaptık, kaç gönül yıktık. Arkamızdan birebir ilişkide olduğumuz insanlar nasıl şahadette bulundular?
Hele bazı gönül insanları var ki, tarihimizin ışıldayan sayfalarında adları altın harflerle yazılanlar, onlara gıpta etmemek elde değil. Hoca Ahmet Yesevi gibi, Yunus Emre gibi, Şems-i Tebrizi gibi ve diğer birçok hal ve kemal ehilleri gibi. Dünyada iken hiçbir tahtta oturamayan, hiçbir makam ve mevki sahibi olamayan, o zamanın şartlarında makam itibariyle “önemsiz” olan bu zatlar, bütün zamanların en “değerli” zatları olmuşlar, bütün insanlığın gönlündeki en yüksek tahtlarda nesiller boyu oturmuşlar ve oturmaya da devam edeceklerdir.
Buradan, her türlü makam ve mevkiyi bırakalım, dünyadan el etek çekelim diye bir sonuç da çıkarılmasın. Yeter ki hizmet makamlarında oturan zevat, her saniye kendisini muhasebeye tabi tutsun, kimseyi hor-hakir görmesin, her bir kalbe Allah’ın her an nazar ettiğini unutmasın ki kalp kırmasın, incitmesin, doğruluk, dürüstlük, hak ve adaletten ayrılmadan kendisine geçici bir süreliğine verilen emanetin hakkını versin ve ona ihanet etmesin. Böylece; hem dünyada şerefli, onurlu ve haysiyetli bir amir olarak görevini icra etmek suretiyle, o makamlardan ayrıldıklarında da insanların içerisinde mahcup olmadan, başı dik, alnı açık yürüyebilsinler, hem de hadiste de belirtildiği üzere “Adil idareciler, mahşerde şehitler ve sıddıklarla haşr olunur” müjdesine nail olsunlar.
Sahi, sizce çok mu şey istiyoruz?