Bir İmam Hatiplinin Okul Günlüğü
Şehrin en kenar mahallesinde yıkılacak endişesiyle terkedilmiş bir kamu binasının üç beş kuruş mesarifle tedrisata amadeleştirildiği bir okuldu burası.
İmam Hatip Ortaokulu ve Lisesi. Tam yedi tane sınıf, bir müdür yardımcısı odası, bir metreye iki metre tamtakır bir kantin, bir öğretmenler odası ve mescitten ibaret yapı şehrin en deli nehrinin kıyısında konuşlanmıştı. Ekser çoğunluğunu Balkan göçmenlerinin oluşturduğu bu mahallede yaban kazları istisnasız tek hakimdi. Sabah okul yolundaki kızları bilinmez bir sebeple, potansiyel tehdit olarak algılayan bu hayvanlar geniş kanatlarını açarak havalandırdıkları koca gövdelerini kızların tepesinde uçurur, bir ağızdan avaz avaza bağrışarak önlerine geleni ısırırdı. Hemen her sabah en az bir kız atardı kendisini can havliyle okul bahçesinden içeri. Ağlamalar, sızlamalar, şikayetler öğretmenlerden birinin yaraları sarması ile susar, kazlara duyulan tüm öfke ertesi gün saldırısına kadar uyutulurdu…
Aslında bu mahallede oturan kızlar çok şanslıydı çünkü onların okul yolundaki tek korku tüneli kazlardı. Ve birarada yaşam sayesinde nispeten hemdil olmuşlar, birbirlerini tecrübe etmişlerdi. Ancak şehrin merkezinden gelenler için durum biraz daha farklıydı. Buraya yani şehrin adeta bu gayrı meşru yakasına gelebilmek için bu kızlar kilometrelerce yürümek zorundaydılar. Merkezden çıkmaları ve Bursa İstanbul karayolunun göbeğine gelmeleri, trafik ışığının, yaya geçidinin, üst geçidin uğramadığı bu yoldan ölmeden karşıya geçmeleri gerekirdi. Her sabah saat tam yedi buçukta yolun bu yarısına gelebilenler şanslıydı. Çünkü Jandarma Komutanlığı her sabah buradan okulun yanındaki hapishaneye bir tabur asker yollardı nöbet değişimine. Askerlere denk gelen kızlar onların arkasında siper alarak rahatça karşıya geçerlerdi. Buradan sonrası kolaydı.
Bir nevi sanayi mahallesi sayılabilecek bu yerde otokaportacıların akşamdan sokağa saldığı aç kurt köpeklerinin ve sürüler halinde salınan yaban kazlarının olası gazabı vardı sadece…
Dere her yağmurda taşar, bina her taşmada ada olurdu. O gün dersi olan şanslı hocalar paçalarını sıvar kovalarla suyu tahliye eder, tahliye bitince kovalar çatının akarlarına bende olurlardı. Her sınıfa bir odun sobası ve her sobaya en soğuk günlerde yakılmak üzere iki adet meşe kütüğü tahsis edilirdi. İki odunun biri sabah diğeri öğlen sonu yakılacak diye anlaşmıştı öğrenciler. Arka bahçedeydi odun deposu. Odun devlet tahsisi ile değil müdür beyin şahsi gayreti, samimiyeti ile öğrenci velilerinin yaptığı bağış ile alınabilirdi. Bazı günler çok soğuk olduğunda tek görevli Fatma teyze öğretmelere çay vermek bahanesiyle yerinden ayrılır, kapıyı açık unuturdu. Tüm gün bu anı bekleyen öğrenciler arasında haber ıslıklarla anında yayılır ve macera başlar, korkulu ama dayanışma içinde tatlı anlar yaşanır aşırılan fazladan bir odunun ateşinde umutlu, renkli sohbetler demlenir, genç dimağlarda adeta hırsızlığın tövbesi bastırılırdı.
Okulun müdürü Mahmut hocayı asla aratmayan Nazım Şahin’di. Namı diğer “sizi ayağımın altında bit gibi ezerim itler ” Nazım. Her sabah öğrencilere bahçede mıntıka temizliği yaptırır sonra bir ellilik boyundan beklenmeyen yücelikleki o muhteşem sesiyle “ictima” komutu verir, öğrenciyi bahçe boyu sıraya dizerdi. Sonra bahçe atmosferi onun sesiyle yeniden titrerdi; “tırnak kontrolü” Elindeki kızılcık sopası ön sıradakilerin yukarı doğru birleştirilmiş parmak uçlarında şarkı söylemeye başladığında arka sıralarda hızla “çıt, çıt” sesleri yayılır, Nazım yeniden kükrerdi; “Tırnak makasları cebe, uyanık kerkenezler.”
Devletin talimatıyla kıyafet tek tipti. Beyaz gömlek lacivert forma, yakada lacivert kurdela, uzun saçlar iki örük, kısa saçlar kulak hızası. Lacivert siyah yahut en fazla kahverengi ayakkabı.İmam Hatip Liseleri devletin zorunluluk sonucu açtığı ama bir türlü kabullenemediği, her fırsatta alabildiğince imkanlarını kıstığı okullardı. Aynı şehirde karma eğitim yapan , kız liseleri yahut teknik liselere gerekli ödeneği ayırırken, oradaki öğretim ve öğrenim maddi manevi desteklenir, baştacı edilirken İmam Hatipler bilinçli olarak mahrumiyet dairesi içine alınırdı. Devletin bir okula bir yılda vereceği bir kaç ton odunun olmaması mümkün müydü?
İmam Hatiplerde genellikle dönemin genel geçer suçu sağ sol davası tandanslı fikri sürgünler görev alır onlar da yedikleri sürgünü öğrenciye ikram ederdi eğitim ve öğretim adı altında. Müdürün gelmediği sabahlar Marks’ın çocukları eşitlik ve sosyal adalet ilkesinin suistimali gereği nispeten zengin kızlarının giydiği dize kadar olan çizmeleri reddeder ve içtima bitiminde sınıflara dağılan kızlardan çizmesi dize kadar olanlar kızılcık sopasıyla ödüllenirdi.
Derslerde muhafazakar ailelerden gelmiş olan bu çocukların sinir uçlarına basmak bu hocalar için bir cerahatin kanatılmasındaki ferahlık kadar elzem bir haldi. Edebiyat hocalarından biri “yaratmak” fiiline kafayı takmış, öğrenciyi insanın da yaratıcı olduğuna inandırmayı vazife edinmişti. Bir diğeri selamun aleyküm alerjisine farsça bir kelime olan “merhaba”nın merhem olacağını iddia ederdi. Dayağı sağından yemiş olanlar derslere girdiğinde “az gelişmiş ülkenin geri kalmış çocukları hepinize selam” derdi. Bu selamlama da onların rehabilite kanalıydı. “Uğraştık, didindik, canımızı dişimize taktık, ölümü göze aldık, biz bu memleketi doğrultamadık, siz burdan, bu oturduğunuz yerden neyi doğrultacaksınız”dı açıklaması sanırım. Meslek dersleri hocaları da pek farklı değildi elbette.
Bu okullar devlet tarafından hem öğretmen hem öğrenci hem veli için ezilmişliğin, dışlanmışlığın kalesi haline dönüştürülmüştü. Ruh dünyasının dar alanlarında kısa paslaşanlar bir devrin hataya mürekkep öğretimini tamamladı. Devrin zihniyeti amacına ulaşırken kaybeden genç nesiller gibi görünse de aslında topyekûn bir milletti.