Ara ara yüz yüze eğitime geçme teşebbüsleri olsa da yaklaşık bir buçuk yıldır salgın nedeniyle eğitim-öğretimi uzaktan/online şekilde yürüttük. Gerek uzaktan /online eğitimin doğası, gerek eğitim formasyonumuzun bu yapıyla uyumsuzluğu gerekse de bu platform üzerinden eğitim-öğretime erişememe ciddi anlamda öğrenme kaybı oluşturdu. Herkesin ittifak ettiği bu gerçeklik nedeniyle yüz yüze eğitime geçilmesi konusunda herhangi bir itirazla karşılaşmıyoruz. Salgına ilişkin belirsizlikler toplumun belirli kesimlerini tedirgin etse de eğitim-öğretim faaliyetinin yüz yüze olması gerektiği konusu neredeyse tartışma dışı. Günümüz dünyasının teknolojik gelişmişlik düzeyi kaçınılmaz şekilde eğitim-öğretim süreçlerini de etkileyen bir dönüşüm dalgası oluşturuyor. Bu dalganın eğitim-öğretim faaliyetimizin doğasında ne tür dönüşümlere yol açtığına ilişkin kamusal tartışmalardan yoksun olduğumuz için bizim açımızdan mevzu genel anlamda yeni teknolojik araçların mevcut sisteme entegrasyonundan ibaret kalıyor. Oysa özellikle yapay zekâ uygulamalarındaki gelişmeler eğitim-öğretim yapılanmamız üzerinde varoluşsal bir basınç uyguluyor. Bunu şimdilik bir tarafa not edelim.
Bir buçuk yıldır devam eden salgının gölgesinde tartıştığımız eğitim-öğretim faaliyetlerimizin ana aksını eğitim-öğretimin niteliğinden ziyade eğitim-öğretime erişim oluşturmaktadır. Dolayısıyla oluştuğundan hemfikir olduğumuz öğrenme kayıpları yeni platformun uygunluğundan çok daha fazla olacak şekilde öğrencilerimizin yaklaşık üçte ikilik kısmı için kullanılabilecek araç veya donanımın olmayışıydı. Ayrıca yeni aracın kullanılmasına ilişkin yetkinlik de ayrı bir başlık olarak değerlendirilmelidir. Dolayısıyla mevzunun eğitimin-öğretimin niteliğinden ziyade erişime dönüştüğü bir noktada bakışımızı, ufkumuzu, talep, beklenti ve tartışmamızı eski normun yürürlüğe girmesiyle sınırlandırmamamız gerekiyor. Normal olarak hatta norm olarak kodladığımız salgın öncesi düzeneği yaşadığımız bir buçuk yılın ardından dönmek şüphesiz güven duygusunun karşılık bulması açısından büyük önem arz ediyor. Ancak tekraren altını çizmek pahasına bu sistemin salgın öncesi performansını da bilmiyor değiliz. Nasrettin Hoca’nın ifadesiyle biz bu sistemin gençliğini de biliyoruz. Sistem derken kitleselliğinden, zorunluluğundan, merkeziyetçiliğinden, ideolojik-politik yapısından, yapılanma biçiminden, zaman-mekân tasarımından vs. olacak şekilde bütün bileşenlerinden bahsediyorum. Sistemin oturduğu yasal mevzuattan, eliyle yürütüldüğü devletin zihniyetten ve toplumla kurduğu ilişkinin mahiyetinden bahsediyorum. Bu temel ve belirleyicinin noktanın altını da kalın harflerle çizdikten sonra iki üç hususta yeni eğitim-öğretim sezonumuza ilişkin değerlendirmede bulunmak istiyorum.
Bilindiği üzere bir süre önce MEB’de bakan değişikliğine gittik. Bakan değişiminin neden gerekli olduğunu gösteren bir işaretten yoksunuz. Maalesef bireysel yakınlıklar dışında bir anlama gelmeyen kadro değişikliklerinin de eğitim-öğretim hayatımızla bir ilintisi olmadığı ortada. Hükümetin en yetkili ağızlarından pek çok kez dile gelen “eğitimde başarısız” tespitleri yapıldığı halde bu tespitlerin yapıldığı dönemde uygulanan sistemin ne felsefi kodifikasyonunda ne de pratik uygulamalarında herhangi bir değişikliğe gidilmemiş tersine bu tespitler yapıldıkça cari sistemin tahkimine dönük iş ve işlemlere ağırlık verilmiştir. Bu oksimoron hal aynıyla bugün de devam etmektedir. Diğer taraftan konuşulmayan, tartışılmayan bir sistemin de sadece memnuniyetsizlik beyanları üzerinden bir çözüme kavuşturulamayacağı işin tabiatı gereğidir. Memnuniyetsizlik beyan etmek başka bir şey memnuniyetsizliğin dayanaklarını aramak, bulmak ve gidermeye dönük ilke ve değerleri belirgin bir amaçlılık üzerinden çözüm üretmek bambaşka bir şey.
Bütün bu eski tasın ve eski hamamın yerli yerinde olduğu bir durumda salgının etkilerinin sistem üzerinde devam ettiği de açıklandığına göre MEB’in ve eğitim kamuoyunun önünde fiili olarak salgın döneminde yaşanan öğrenme kayıplarının nasıl giderileceği sorunu bulunuyor. MEB’in yazın uygulamaya soktuğu adı “telafi eğitimi” olan ancak içeriği bambaşka türlü olan ve kamuoyu algısını yönlendirmeye matuf uygulamalardan bahsetmiyorum. Son bir buçuk yıldır yukarıda belirttiğim gerekçeler nedeniyle oluşan öğrenme kayıpları nasıl telafi edilecek? Salgının hemen öncesinde birinci sınıfa başlayan öğrenci birinci dönemin ardından neredeyse okul yüzü görmeden üçüncü sınıfa gelmiş oldu? Benzer örnek diğer sınıflar için de geçerli.
İkincisi, salgın devam ettiğine göre ve salgına ilişkin tedbirlerde herhangi bir değişikliğe gidilmediğine göre mevcut öğrenci sayısı ve mevcut fiziksel kapasite ile öğretmen sayısı yüz yüze eğitim nasıl sürdürülecek? Sağlık Bakanı en az iki metre sosyal mesafenin altını çizmişti. Bu tarz bir sosyal mesafe uygulaması mevcut fiziksel kapasitenin ve öğretmen sayısının neredeyse iki kat arttırılmasını gerektiriyor. Nasıl olacak?
Üçüncüsü eğitim çalışanlarının belirli kesimini aşı ve PCR testi noktasında zorlayan uygulamanın hem hukukiliği problemli hem de pratikte sistemde ciddi karmaşalara neden olacak nitelikte. Aşının ve testin güvenilirliğinin bilim çevrelerinde tartışıldığı bir ölçekte ve usul açısından yasal altyapıdan yoksun bir uygulamanın bir tür mobing şeklinde uygulanması eğitim çalışanları, öğrenciler ve velileri de içeren geniş bir gerilim ve çatışma ortamı oluşturma riski bulunmaktadır. Maalesef MEB’in yönetsel aklı problemle baş etmeye dönük strateji geliştirmeden yol almaya devam ediyor.
Dolayısıyla hem kronik sorunlarımızın hem salgının ürettiği yeni problemlerin gölgesinde eğitim-öğretime başlıyoruz. Bu başlangıcın mevcut imkânlar ve kısıtlılıklar dikkate alındığında ne tür bir sonuç üreteceğini kestirmek çok güç değil. O yüzden sanırım öncelikle gerçekçi olmaya, gerçekliğimizi görmeye ihtiyacımız var. O zaman bir mesafe alma anlamlı bir çözüm arayışından bahsedebiliriz.