Bu ibare, hem Batı’yı, hem bizi-Müslümanları niteliyor: Onlar, cehaletten ilme, Müslümanlar ilimden cehalete! Onlar kölelikten hâkimiyete, Müslümanlar hâkimiyetten köleliğe!
Çözülmesi gereken düğüm bu. Bizim “Gordiyon”umuzun düğümü! Yani varoluş savaşımızın başka bir ifadesi. Bu baş meselemiz, yeri geldikçe vurgulandığı üzere anlamayla, bilmeyle ilgili.
Sezgin Hoca, buna derinliğine, bütünüyle nufûz etmiş bir alimimiz, entelektüelimizdir. O, yüzyıllardır düşünmeyi, tefekkürü bir kenara bırakan milletimizin müthiş bir aşağılık duygusuna düçar olduğunu defalarca vurgular. Öyle ki nazarında bu duygu müthiş bir kanserdir Türkler için… Düşünebiliyor musunuz? Mensubu olmakla övündüğümüz dinimiz, bizleri daha ilk ayetiyle (İkra’ bismi Rabbikellezî halak…) okumaya, anlamaya, bilmeye davet ediyor, biz üç asırdır bu teklifi, çağrıyı daha doğrusu Yüce Allah’ın isteğini (emrini) millet olarak ıskalıyoruz, görmezlikten geliyoruz. Ki bu okuma esasta kişiyi-insanı, Allah’ı ve kâinatı bilmeye, anlamaya yöneliktir. Dolayısıyle gereği mucibince amel etmeye.
Bu gerçek dikkate alınmadığı gibi, taklit hastalık derecesinde benimsenir. Düşünce sistemi, tasavvuru 18. y.yıldan itibaren Batılı dünya görüşüne, tanımlama mantığına ve felsefesine evrilir. Bilerek veya bilmeyerek pozitivist bir dünya algısına bağlanılır. Şakir Kocabaş buna “Karteziyen Kavram Sistemi” der. Mesele sadece birkaç kelimeye, anahtar bazı terimlere inhisar etmiyor, bir dünya görüşü, bir hayat tarzı olarak karşımıza çıkıyor (Kocabaş, 1991, s. 74).
Halbuki 17. yyıla gelinceye kadar sanattan felsefeye, iktisattan siyasete bilimin bütün alanlarında dünya çapında âlimlerimiz vardı. Bunlar sözü dinlenen, takip edilen, dikkate alınan bilim ve düşünce adamlarıydı. Tüm bunların kayıbı, unutulması, eserleri görüşleri giderek gözden ve düşünce dünyamızdan nihan oluşu felaketimizi hazırlar.
Müslümanların hakimiyetten mahkumiyete, izzetten zillete, bilgelikten cehalete, medeniyetten vahşete düşüşlerinin dibinde galiba bu bilme-bilmeme değeri yatıyor. Aynı şekilde Batı’nın vahşetten medeniyete, cehaletten bilime intikallerinin de dibinde aynı değer yer alıyor.
Tam da böyle bir hali örnekleştiren S. Hunke’nin “Batı’nın Üzerine Doğan İslâm Güneşi” adlı eserinden bir pasaj aktarıyorum: Hunke, örneği bir Müslüman doktorun hatıralarından iktibas eder. Alıntı, iki dünyanın (İslâm ve Hıristiyan) mukayesesi için yapılır. Sözü doktora bırakalım:
Bana bacağında çıbanı bulunan bir şövalye ile sıtmadan fazlaca zayıflamış bir kadın getirdiler. Şövalyenin ayağına yakı sardım. Çıban patladı; tehlikesiz bir seyir takip etmeye başladı. Kadını diyete tâbi tuttum. Vücut durumunu nebatî gıdalar vermek suretiyle iyileştirdim. Bu sırada oraya gelen bir Frank doktoru, hastalara dönerek beni gösterip, ‘Bu sizi tedavi etmeyi bilmiyor’ dedi. Şövalyeye, ‘Tek ayakla yaşamayı mı, yoksa ölmeyi mi tercih ettiğini’ sordu. Şövalye ‘Bir ayakla’ cevabını verdi. Bunun üzerine Fransız Doktor, kendisine kuvvetli bir şövalye ile keskin bir balta getirilmesini istedi. Şövalye biraz sonra elinde balta ile göründü. Henüz oradan ayrılmamıştım. Doktor, hastanın bacağını odun yarmaya mahsus bir kütüğün üzerine koydu. Bir balta darbesiyle bacağı kesmesini şövalyeye emretti. Şövalye, gözlerimin önünde hastanın bacağına bir darbe indirdi. Ancak bu birinci darbe ile bacak ayrılmadı. Şövalye ikinci defa tekrar vurdu. Bacağının ilikleri dışarı fırlayan felaketzede hemen öldü. Doktor, onu takiben kadını muayene etti. ‘Bu kadının başında âşık bulunduğu bir şeytan var. Saçlarını kesin’ dedi. Kadının saçları kesildi. Tekrar hemşehrilerinin yemeğinden sarımsak ile hardal yedi. Böylece ateşi yükseldi. Doktor, ‘Kafasına şeytan girmiştir’ diyerek, usturayı yakalayıp, başının derisini haça benzer şekilde kesti. Kafasını örten kısım tamamen açılıncaya kadar derisini haça benzer şekilde kesti. Kafasını örten kısım tamamen açılıncaya kadar derisini ortadan çekip sıyırdı ve kafasını sadece tuz ile ovdu. Kadın aynı anda öldü.
Bunlar sadece mutaassıplara has inançlar değildi. Aynı anlayış, zamanla dînî şuuru tamamen yerleşmiş, kilise kararname ve kanunlarında yer almış, teolojik çevrelerde hararetle münakaşa ve müdafaa edilmiştir. Yalnız ruhî ve aklî hastalıklara değil, henüz mahiyeti bilinmeyen hastalıklara da şeytanın sebebiyet verdiğine, bunlardan ancak şeytanı şiddetle kovmakla kurtulunabileceğine inanılıyordu (Niyazi, 2000, s. 100-101).
Bir zihniyet ki, baltayla ayakları uyluk kemiklerinden keserek tedavi edebileceğini inancından, bugünkü bilmi, modern tıbbı çıkarabilecek bir değişimi gerçekleştirir, muazzam bir yetkinliğe ulaşır. Bu gerçekten mucize çapında bir oluşumdur: Anlaşılması, çözülmesi gereken mesele budur. Bizim maceramız da mucize çağında bir düşüş. Bu da aynı ölçüde kafa yorulması gereken bir diğer muamma. İşte, bu “Gordiyonun (çift başlı) düğümü”, Sezgin Hoca’nın tahlilleriyle şimdiye kadar olmadığı ölçüde aydınlanır.
İşe, kendimizden başlar. Müslümanların bilimler tarihinde 8 asır süren bir yaratıcılık devresi olduğunu, böyle bir çiçeklenmenin başka hiçbir medeniyete nasip olmadığını ortaya kor. Ne çare ki Müslümanlar bu denli bir mirasa sahip olduklarından gafildirler. O, medeniyetimizin düşüşü, krizi, yahut geri kalmışlığı gibi bakış açılarıyla ele alınışını olurlamaz. Aksine, bu öncü medeniyetin nasıl ilerlemiş olduğuna, hangi hasletlere dayanarak yaratıcılığını sürdürdüğüne yoğunlaşır. Meseleye, böyle bir zaviyeden ilk defa bakılmaktadır. Öyleyse bu oluşun böyle bir mucizevî ilerlemenin ana sebeplerini göstermek gerekir. Sezgin’in yaptığı da budur. Konuyu 12 madde halinde çerçeveler. Meselenin özü şu: Bu medeniyeti, buna vücut veren düşünceyi, İslâmiyeti anlamak: İlerlemeyi, yaratıcılığı, hâkimiyeti sağlayan ana sebeplerin ilki bu sistemi, İslâm’ı anlamaktır. Bu başarıldığında yükselişi yahut düşüşü doğru teşhis ve tesbit mümkün olacaktır. Böyle bir nüfuz edişle Sezgin ilerlemeyi, yaratıcılığı sağlayan ilk sebebin, değerin, hasletin “müthiş bir bilgi susamışlığı”, “bir manevi uyanış” olduğunu ifade eder. Bu, her tür öğrenmeyi, bilmeyi, nüfuz etmeyi, çabayı, hazır oluşu ve yeni ufuklar açmayı getirir. Böyle bir şuuru bu din kazandırır. Haliyle İslâm, bilmi engellemez, teşvik eder (ikinci madde). Benzer değerlendirmelerin Garaudy tarafından da yapıldığına şahit oluruz: İslâm’ın fikir, ilim, sanat ve maneviyat yönünden yükselip ufuklar açmasını iki temel sebebe bağlar: İlki eski-kadim medeniyetlerin getirdikleri güzel ve iyi olan her ne varsa onları alıp özümsemesi, diğeri de, İslâm’ın getirdiği iman ve maneviyattır. Bunlardan doğan sanat eserlerinin özel şekilleri, Tevhid, tasavvuf, bunlara bağlı ilimler ve teknikler, bunlarla varedilen İslâm kültür ve medeniyeti, özellikle 8-14. yyıllar arasında düşüncenin doruklarından biri haline gelir (Garaudy, 2017, s. 106). Mesele böyle anlaşılmayınca, tam aksine din suçlu ilan edilir.
Ben, yıllarca bu hayati mesele üzerinde düşünmemiz gereğini yazdım. “Ne İdik Ne Olduk?” Başlığı altında konuyu irdelemeye çalıştım. Meselenin bilmeyle, anlamayla, teşhis ve tespitle ilgili olduğu kanaatini izhar ettim. Ve bugün bulunduğumuz yeri irdelemenin zaruretiyle: Niçin bir ABD’nin, bir Rusya’nın bulunduğu yerde değil de burdayız? Bulunduğumuz yer olmamız gereken yer mi?
Bunun muhasebesi yapılmıyor, ciddi bilimsel tahliline yanaşılmıyor. Çoğu aydınımız kapılarını kapatmış. Beyin obezi olmuş: Hep aynı ideolojik gıdalarla beslene beslene. Bu taraflı bir beslenme. Muhasebenin ve tahlilin yolunu kapatıyor. Tefekkür, bilim aynı zamanda bir iklim işi. Müsait elverişli bir dünya işi. Sezgin, 1960 İhtilali ile böyle bir iklimin, dünyanın içinde bulur kendini. Onun ve onun gibilerin varlığına bile dayanamayan cahiller, nadanlar bilmeyerek böyle bir nimete, ihsana yol açarlar. Böyle bir dünya yetenekle, gayretle buluşunca Fuat Sezgin doğar. Nitekim bu hususu kendisi şöyle değerlendirir:
İlk hükümet darbesini yapanlardan biri olan Mehmet Özgüneş’le bir vesile karşılaştığımızda ona şöyle dedim: “Siz askeri darbe yaptığınız andan itibaren sizin yanlış yaptığınıza inandım ve size muhaliftim. Siz herşeyi yanlış yaptınız, ama bir şeyi doğru yaptınız… Bu da beni memleketten çıkarmış olmanızdır.” Adam kıpkırmızı olur. Bence bu da bir erdemdir. Kötülüklere pişmanlığı ifade eder, ama bütün günahlara kefaret olur mu bilmem!
Elbette Almanya’da Sezgin gerçek bir ilim adamı, tefekkür adamı olur. Ancak yabancı bir ülkede çekilen onca çileyi göğüsleyerek!
Gelişmeyi, yaratıcılığı sağlayan Sezgin’in tesbitlerine konu olan diğer maddelere gelince bunlar kısaca şöyle sıralanabilir:
3. Emevi ve Abbasilerden başlayarak Müslüman devlet adamlarının bilimi desteklemeleri.
4. Diğer din ve kültür mensuplarına Müslümanların iyi davranmaları.
5. H. 1. yyıldan itibaren İslâm toplumlarında eşi görülmemiş, verimli bir öğretmen-öğrenci ilişkisinin kurulmuş olması.
6. Tabiat bilimlerinin, felsefe, filoloji ve edebiyatın daha başlangıçtan itibaren dinî-teolojik değil de dünyevî bir anlayışla yürütülmüş olması. Bilimlerle uğraşmak sadece din adamlarının değil de bütün meslek guruplarının işi olarak addedilmesi.
7. Camilerin işlevi: Daha H. 1. asırdan (M. 7.) itibaren umuma açık ders faaliyetleri başlar camilerde. H. 2. (M. 8.) yyılda önemli düşünürlerin, filozofların, edebiyatçıların kürsüleri olur camilerde (üstüvane-sütun). Bunlar 5. / 11. yyıla gelindiğinde üniversiteye dönüşür. Bu husus batılılarca tartışılır (1956’da). Çünkü 13. yyılda birdenbire üniversite ortaya çıkar. Bunu Yunanlılara vs bağlayamazlar, onlarda üniversite yok. Neticede bir Alman tıb tarihçisi üniversitelerin İslâm dünyasının bir mahsulü olduğunu ortaya kor.
Buradan Sezgin, bilimin ve üniversitenin camiden çıktığına hükmeder. O, bu yargısında yalnız değildir. Heinrich Schipperges tüm bunları Sezgin’den daha önceleri ifade etmiştir.
8. Arap-İslâm yazısının karakteri: Kolayca ve hızlı yazılır. Haliyle kitapların geniş bir alana yayılmasını sağlar.
9. Hızlı ve köklü bir şekilde gelişen filoloji, bilginlere önemli faydalar sağlar.
10. Yabancı dünyaya hâkimiyet, terminolojiye hâkimiyet, tam tanımlama, bilimsel kesinlik için önemli bir temel oluşturur.
11. Kağıdın geliştirilmesi, yazılı aktarımı, fabrikasyonu daha ilerilere taşır, yaygınlaştırır, destekler.
12. İsten demir palamudu mürekkebinin icadıyla (4/10. yyıl) siyah, koyu bir yazı mümkün oldu. Bu, yazıların zamana karşı dayanıklık kazanmasını sağladı (Sezgin, 2010, s. 119-121, 127-129).
Bütün bunlardan dolayı h. 1. yyılda İslâm dünyasındaki okuma-yazma oranı dünyanın geri kalanlarının tümünün üstündedir.
Bu önemli çıkarımlar bize, zaman-çağ ne olursa olsun yeniden dirilmenin, yeniden inşanın her zaman mümkün olabileceğini gösterir. Dahası, İslâm’ın yeni bir medeniyetin inşası için gereken potansiyele sahip olduğunu da. Mesele, onun mensuplarının bunun kavramaları ve mucibince hareket etmeleri, tefekkür etmeleri, miraslarını iyi okumaları ve ter dökmeleridir.
Sezgin Hoca, bütün bu çözümlemeleri ile Batılı bilim adamlarının, özellikle bilim tarihçilerinin öncü bir medeniyetin günümüzdeki geri kalmışlığını izah etme sadedinde ileri sürdükleri tezleri red ve cerh eder. Böylece ilki Bordeau’da (1956’da), ikincisi aynı yıl Frankfurt’ta düzenlenen sempozyumlarda meseleyi “decline cultural”, “decadance”, “kültürel zerfaal”, “anklose”, kultur verfaal” temelinde ele alan izah tarzlarını yetersiz bulur ve işi o medeniyetin bir mensubu olarak gerçeği açısından yukarıda ifade edildiği çerçevede kavrar ve aydınlatır.
Şüphesiz bütün bunlar hummalı bir çalışmanın sonunda ulaşılan ürünlerdir. Bu yüzden belki de bizler için Hoca’nın en ilginç, en temel örneklik yönlerinden birine, yani çalışma tarzına, usulüne gelmiş olduk.