80’li yıllarda Pazarören Öğretmen Okulu’nda yaşanmış gerçek bir hayat hikayesi. Hem yetim hem de öksüz bir öğrencinin dramatik, bir o kadar yürek burkan okuldaki ilk gün hikayesi… İşte Ceylanpınarlı Şeyhmus Oğuz’un Yeşilçam filmlerine taş çıkartan hayat hikayesinden bir bölüm.
Yıl 1982…
Ceylanpınar’dan başladı benim Pazarören hayatım.
Sınavı kazandığımı öğrenmemin heyecanıyla dedeme verdiğim o günkü müjde, dedemin bana sarılıp “aslan oğlum” demesi…
Pazarören hayatım, aslında o gün duygu dünyamda başlamıştı bile. Bir tarafta yeni bir hayata başlamanın heyecanı, diğer tarafta dedem ve nenemin şefkatli ve hüzünlü bakışları…
Bu iki duygu beni sarmaya başlamıştı Pazarören’e daha gitmeden. Annemiz ve babamız olmadığı için dedem ve nenem büyütmüştü bizleri. Onların kollarında ve yüreklerinde hafiflemişti acılarımız.
Pazarören yoluna nenemle çıktık hatırladığım kadarıyla. 4-5 gün sürdü Pazaören’e yolculuğumuz, yolculuk uzadıkça beni de gurbet sancısı yokluyordu yolculuk boyunca ara ara.
Pazarören, yedi sekiz dükkan, bir fırın ve bir kahveden ibaretti. Ancak okulumuz, o güne kadar gördüğüm en büyük okuldu.
Bahçesinin büyüklüğü de beni cezbetmişti. Hem ürkek hem temkinli adımlarla idare binasının ikinci katına çıktık.
Çekingen ve yabancı bakışlarla etrafı incelerken nereye geldiğimi, beni nelerin beklediğini anlamaya çalışıyordum.
İdare bölümünde bizi Ahmet Özhan Hocamız karşıladı. “Hayrola” dedi neneme. Nenem, “Oğlum bu okulu kazandı, kayıt yaptırıp okula başlaması için getirdim.” diyerek cevapladı.
Ahmet Özhan Hocamız, “Nene daha bir hafta var okulun açılmasına. Bu çocuk nerede kalacak? Bir hafta sonra gelin.” dedi neneme.
Nenem içine düşüğü şaşkınlığı üzerinden atarak: “Oğlum, biz zaten bir haftada geldik buraya, bir haftaya da eve dönmem sürer. Müdür evladım, buna mecbur etme bizi.” dedi.
Ahmet Özhan Hocam elini yüzüne götürüp kısa bir düşünceye daldı. Kaşlarını kaldırıp indirdikten sonra, “Tamam nene, sen git ben ilgilenirim çocukla.” dedi.
O an, nenemden ayrılacağımı ve yalnız başıma kalacağımı daha derinden ve acıyla hissederek neneme öyle bir sarılışım vardı ki halen unutamam o anı.
Nenem, beni bir hüzün sağanağı halinde bırakarak ve nemli gözlerle hızlı bir şekilde aşağıya indi.
Kolu kanadı kırılmış kuş gibi kalakalmıştım Ahmet Hoca’nın odasında.
Camdan aşağıya bir baktım ne göreyim? Benden gözlerini saklayarak inen nenem, aşağıda ağlıyordu.
Anadolu insanı böyleydi işte, yüreği kan ağlasa da hüznünü de acısını da sevgisini de özlemini de yüreğinde ve derinlerde büyütmeye, belli etmemeye çalışır, dilde değil “dil”den (gönülden) severdi.
Nenem de böyle yapmıştı işte. Ben de ona el sallamaya başladım ama halim hal değildi.
Annemin ve babamın yokluğunu, bu çilekeş, fedakar insan dindirmeye, yaralarımı sarıp sarmalamaya, bana yalnız olmadığımı hissettirmemeye çalışmıştı.
Ne var ki bugün onu da kaybediyor ve yalnızlığın, kimsesizliğin yüreğimi yakan acısıyla baş başa kalıyordum.
Bu duygular ile gözlerimden yaşlar hücum etti. Yaşlar süzülüyor gözlerimden ve engelleyemiyordum da.
Yanımda Ahmet Hocam vardı. Bir yandan da ondan utanıyordum. Ahmet Hocam kaydımı yaptırıp “Haydi gidiyoruz.” diyerek onunla gelmem için bana işaret etti.
Ben de onun ardı sıra çıktım odadan, çıktım ama ayaklarım bedenimi taşıyamıyor, zorlukla adım atıyordum sanki.
Yüreğimin ağırlığı, bacaklarıma vuruyor, olduğum yere düşecekmişim hissine kapılıyordum.
Düştük yola, okulu çevreleyen bahçe duvarlarından dışarıya çıktık. Aslında nereye gittiğimizi merak da ediyordum. Fakat korku ve çekingenlikle soru da soramıyordum Ahmet Hoca’ya.
Geçtiğimiz bahçedeki ağaçlara, çiçeklere özlemle baktım, evimizin bahçesi aklıma geldi. Dedemle ağaçlara su verdiğimiz, ağaçların dallarını budadığımız, onlara bakıma muhtaç bebek gibi baktığımız günler, bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti.
Şimdi içinden geçtiğimiz bu bahçe, o mutlu günlerin soluk bir gölgesi gibi yüreğime vurmuştu. Ben özlemin bu yakıcı hisleriyle dolup taşarken bir eve geldik.
Öğreniyorum ki bu ev, Ahmet Hocamızın anne ve babasının eviymiş. Beni sıcak ve ilgi ile karşıladılar. Ellerini öptüm, hal hatır sordular ve muhabbet ettik. Sonra, “Oğlum aç mısın?” diye sordu evdeki hocanın annesi.
Üzerime çöken utangaçlıkla ses çıkaramadım. Bana sucuklu yumurta yaptı. “Nene, ben bunu yemem.” dedim. “Sevmez misin?” dedi. “Severim de bunun içinde eşşek eti var, onun için yemem.” dedim.
O da “Oğlum bu sucuk, eşşek eti değil.” dediyse de ben yemedim. Sebebi de bize önceden kulağımıza takılan “Kayseri’de eşşek etinden sucuk yapıyorlar.” sözüydü.
Sonrasında öğrendim ben sucuğun en güzel etten hazırlandığını. Daha sonradan bu sucuğu aramaya başladık ama elimize geçmiyor ki artık.
İnsan bilmediği şeye karşı olurmuş genellikle, ben de o güne kadar sucuğun tam olarak neyden ve nasıl yapıldığını bilmediğim için kulaktan dolma, boş muhabbetlere gerçekmiş gibi inanmıştım.
Yaşam tecrübesi, bu tür durumlarda devreye giriyor ve bazı şeyleri yaşayarak öğreniyordum işte. Ama en sonunda parayla alıp Abdullah Bakkalın arka tarafında sucuklu menemen yapmaya başladık.
Ben bir hafta süreyle bu yeni nenemle dedemin yanında kaldım. Sağolsunlar hiç yabancılık çekmedim.
Çünkü onlar bana dedem ve nenemin sevgisini verdiler, bizimkilerin yokluğunu onların şefkatli bakışlarında buldum. Ben de onlara torun oldum, kaynaştık birden.
Onlarla vakit geçirmeyi çok seviyordum, özlemini duyduğum yuva sıcaklığını onların şefkatli kollarında arıyordum galiba.
Ara sıra ineklerini yayardım, onların bir dediğini iki etmezdim. Bu yakınlığı gün gün ilerlettim hatta yazın okul tatil olduğunda bana “Gitme oğlum, burada kal.” dediler. Ben de “Dede, benim Urfa’da da dedem ve nenem var. Beni özlemişlerdir.” deyince daha fazla ısrar etmediler.
Sonra “Haklısın oğlum.” deyip bana sarıldılar. Ben de ellerini öpüp sarıldım. Onlardan ayrılmanın hüznünü yaşasam da uzun süre görmediğim evimi, kardeşlerimi, dedemi ve nenemi görecek olmanın mutluluğu beni daha da heyecanlandırıyor, yolculuğun bir an önce bitmesi için dua ediyordum.
Bu duygularla oradan ayrıldım ve memleketim Ceylanpınar’a gittim. Benim için Pazarören hayatı böylesi farklı bir başlangıç ile oldu.
Okula gelince… Pazarören, bizim için hayat okuluydu.
Okulumuz sınıfımız ise tam bir “Hababam Sınıfı” gibiydi. Orta üçte sınıfımıza Sıradan Köyünden üç kız öğrencinin gelmesiyle ortam birden değişti.
Bizim için tam Hababam Sınıfı gibi oldu. Daha sonraları “Sıradan Köyü” de bizim köyümüz oldu.
Oradan bir sürü arkadaşım, kardeşim oldu. Buradan da onlara çok selam gönderiyorum.
Ahmet Hocamın da iyiliğini unutamam.
Kendisi Bursa’da yaşıyor. Sağlık afiyet diliyor, ellerinden öpüyorum.
Allah razı olsun anne ve babasından. Rabbim mekanlarını cennet eylesin.
Pazarören okulumuzda yaşadığımız maceralarımız anlatmakla bitmez. Şimdilik benim Pazarören hikayem bu kadar.
Yolu Pazarören’den geçen tüm dost ve arkadaşlara selam olsun.
Şeyhmus Oğuz – Gaziantep
Gerçek bir hikaye hikayenin bundan sonraki bölümlerine bizlerde eklendi teyzeleri yani