Günümüz insanının belki de en çok yenilgiye uğradığı alandır, doğru ve dürüst olabilmek, doğru kalabilmek, doğrunun mücadelesini vermek, doğru sözlülerden olmak. Bir gün bir mescitte Efendimiz’e (sav) soruyor sahabeler, tek tek bazı günahları sayarak; “Müslüman şunu yapar mı, bunu işler mi?” diye. Hepsine “evet bazen işler, yapar” diye cevap alıyorlarken “Müslüman yalan söyler mi?” sorusuna gelince sıra; “Hayır, Müslüman yalan söylemez, yalanla iman bir arada bulunmaz” diye şiddetli ve hakikaten korkutucu bir cevapla karşılaşıyorlar. Yalan söylemeyi münafıklık alametlerinden biri olarak, hatta en başta zikreden, “Aleyhinize bile olsa doğruyu söyleyin” buyuran Zatı (sav) takip edeceğimize söz vermiştik iman ederken hatırlarsanız.
O Peygamber ki “Hûd suresi beni kocattı” buyurmuş ve sonrasında da bu hale sebep olan ayetin, surede geçen “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” ayeti olduğunu bildirmiştir. Elbette bu, özelde Habib-i Kibriya’ya (sav) genelde ise tüm ümmete şamil bir emirdir. Bize dosdoğru olmak emredildi, doğru ve eğri işlerimizden, sözlerimizden, hallerimizden dolayı bizi eksiksiz hesaba çekecek Rabbimiz tarafından.
Doğru olmak, doğruyu söylemek beraberinde “emin” yani güvenilir olmayı da getirir ki bu daha peygamberlik tacını giymeden önce de Efendimiz’in (sav) en önemli özelliği idi. Oysa yaşadığımız hayata baktığımızda, çoğunlukla ve yoğunlukla yalan, dolan, samimiyetsizlik, entrikalar, ahitlere vefasızlıklar, ihanetler, sözlerden dönmeler üzerine kurgulanmış bir sahne ve biz çaresizlikte boğulmuş oyuncularını temaşa etmekteyiz. Ne kendimize, ne etrafımızdakilere ne de Rabbimize karşı olmamız gerektiği gibi dürüst değiliz maalesef.
Yalanı adet haline getirirken de “pembe yalanlar”, “beyaz yalanlar” gibi yalan dolanlarla avuttuk yalana yatkın nefislerimizi. “Canım ufacık bir yalandan ne çıkar ki?” diye ufaktan ufaktan kandırmaya ve alıştırmaya başladık kendimizi ve etrafımızdakileri. Oysaki yalanın ufağı büyüğü olmadığı gibi ne pembesi ne de beyazı olur. Ufak ateşler de yakar kavurur tenimizi değil mi? Maalesef çocuklarımızı da yalanlarla avuttuk kimi zaman ve bu şekilde büyüttük, sanki böyle bir ruhsat verilmiş
gibi. Hatırlayabildiğim kadarıyla çocukken bizlere “oğlum şu adamdan uzak dur, şuna yaklaşma, onlar yalan söyler, emanete ihanet eder, hırsızdır, arsızdır, ahlâksızdır” diye toplum içerisindeki bazı şahıslardan uzak durmamız salık verilirdi. Oysa şimdi evlatlarımıza toplum içerisinde nadir bulunan temiz ve düzgün ahlaklı, sözü ve özü doğru olan ve parmakla gösterilen az sayıdaki numuneyi imtisal kişileri göstererek, “yavrum şu kişilerle arkadaş ol ki onların yolu doğruluktan geçer” diye nasihat eder hale geldik. Bu bile başlı başına ne kadar yozlaştığımızın, değerlerden ne kadar uzaklaştığımızın göstergesi olmaya yeter.
Zaten yalanlarla kurgulanmış, yalan ve geçici dünyanın yalan işlerine tüm varlığımızla boğulmuşken, yaradılış ve kul oluş gerekçelerimize asil bir dönüş yapıp, daha sahici ve Hakk’ın rızasına uygun hayatlar için tüm bu yalan karanlığına doğruluktan mumlar yakmanın zamanı gelmedi mi sizce de? Alıp verdiğimiz her bir nefesten hesaba çekileceğimize ve her bir nefeste kaybettiklerimizi ebediyen geri getirmeyeceğimize göre “Emrolunduğumuz gibi dosdoğru olmaya” yeniden iman edip bu imanın gereğince hayatlarımızı yeniden tanzim etmeye ne dersiniz?
Ve bir şiir tam da yeri gelmişken;
Neysem O’yum
Duygularım gerçek benim
Günahlarım da gerçek
Sevaplarım da gerçek
Sahte değil hiçbir şeyim
Zayıflığım yalnızlığım
Bir’de iki olamamak
İki’yi Bir bilememek…
Serseri düşüncelerim
Dolanır tüm boşluğumda
Sığmazlar akıl kabına
Kâh yukarda
Kâh çukurda
Hep med-cezir kıvamında…
Olduğu gibi yaşarım hayatı
Ne bir eksik ne bir fazla
Ne ekleme ne çıkarma
Neysem O’yum nasıl olsa…
Sabi geldiyse gelenler
Haber yoksa gidenlerden
İlahi esrar hakkında
Bir şey demezse bilenler
Bir şey bilmezse diyenler
Ne diyip ne bilenlerden
Olmadık biz biçareler…
Hürriyete âşık gönlüm
Maskesizliklere tutsak
Korkmadan bir gün ölürüm
Hep ölmektense korkarak
Ahmet Kağan Karabulut