Bundan yaklaşık on dört yıl önceydi. Bir gün, başka bir şehirde, bir bayram ziyareti için tanıdıklarımıza gitmiştik. Bizim dışımızda da misafirler gelmiş ve sohbet koyulaşmıştı. İçlerinden biri o ilçede daha önce görev yapan belediye başkanını kötülüyor, beş kattan daha yüksek bina yapılmasına izin vermediğini, zaten o görüşteki hainlerden de bunun bekleneceğini (!) söylüyordu. Diğer yandan, başka bir partiye mensup yeni belediye başkanının ve kendi görüşlerine yakın belediye meclis üyelerinin sayesinde aynı ilçede, hem de belediye binasının dibinde otuz üç katlı bina yaptırma izni aldıklarından bahsedip bu binadan birkaç daire de öğrencilere tahsis edileceğini, bu dini hassasiyete sahip olduklarından kinaye övünerek anlatıyordu.
Büyük bir şehrimizden gelmiş diğer misafir ise; imar izninin küçüklüğünden dolayı çok değerli olmayan çok geniş bir arsanın, büyük bir holdingin elinden o ilin belediye başkanının tavassutu ile kendisi ve benzeri zenginlerce satın alındığını, sonra imar izni ölçeğinin on kat artırıldığını ve böylece yatırdıkları paranın şimdiden kırk kat değer kazandığını iftiharla anlatıyor, “Şu anda orada; önde AVM’lerimiz, arkada plazalarımız yükseliyor, Allah (cc) başkandan da, belediye meclisindeki kardeşlerimizden de razı olsun ebediyen” diye dua ediyordu.
Yine araya dahi girmemize izin vermeden, büyük şehirlerden birinin bir ilçesindeki birkaç bin konutluk projelerinden bahsedip, imar planında o arsaya giren bir yol yüzünden kaybedecekleri birkaç yüz daireden, bu sorunun ise belediye başkanının aranması sonucu onun tarafından gönderilen yirmi beş yaşında, pırıl pırıl, beş vakit abdestli namazlı, dizüstü bilgisayarı “Bismillahirrahmanirrahim” yazısıyla açılan bir genç mühendis tarafından imar planında yol karşı arsalara kaydırılmak suretiyle dakikasında çözüldüğünü, bunun için o pırlanta gibi gencin cebine üç beş bin lira koyduklarını, o sayede birkaç yüz daire kurtardıklarını ve bunun otuz kırk kadarını da talebelere tahsis edeceklerini anlatıyordu.
Sizin anlayacağınız; bu gayret-i diniyeye (!) sahip değerli kardeşlerimiz tarafından dinî hassasiyetlerle hareket edilmiş, bu hassasiyetlerin farkında olan başkanlar, belediye meclis üyeleri ve imanlı genç bir mühendis sayesinde daha önce kimselere tanınmayan imtiyazlar elde edilmiş, bu arada her ne kadar birkaç bin kişinin hakkı çiğnenmiş ve yenmiş olsa da niyetler “halis” olduğundan iyi bir şeyler yapılmış, nihayetinde de inançlı talebelere imkânlar (!) sağlanmıştı.
Tabi ki sorulması gereken soru şuydu bu cevval kardeşlerimize; “Bizim dinimizin Allah’ı (cc) ‘Karşıma kul hakkıyla gelmeyin’ buyuruyorken, bu dinin tebliğcisi (sav) pazarda elini buğday çuvalının altına daldırıp, alt kısmının ağır çeksin diye nemlendirilmiş olduğunu fark edince ‘Bizi aldatan bizden değildir’ diyorken, siz ne cesaret ve cüretle bunları yapabiliyorsunuz?” Aynen böyle sorduk tabii ki ve dedik ki ilâveten “Siz günahkârsınız, üstelik kul hakkı yemişsiniz ve bir de bunu övünerek anlatıyorsunuz. Beş kattan daha fazlası için izin alamayanların, arsasına düşük imar izni verildiği için AVM, apartman yapamayanların, karşı tarafta yolun kaydırıldığı arsaların sahiplerinin size hiç hakkı geçmedi mi? Şimdi hayat fırsatı elde iken bunları geriye çevirin, olmadı, muhataplarını bulup helâllik dileyin, daha da olmadı bari pişmanlık içerisinde Rabbinize tövbe edin ve susun en azından ki bizleri mahşerde aleyhinize şahitlik yapmak zorunda bırakmayın”.
Oldukça zengin olan bu kardeşlerimizden biri hemen söze girdi ve kollarını havaya kaldırıp yumruklarını da sıkarak “İyi ama hocam, Müslüman dediğin zengin olmalı, Müslüman dediğin güçlü olmalı” diye güzel ve mana dolu bir Müslümanlık tanımı ile bizleri irşat etmeyi denedi. Biz de dilimiz döndüğünce anlamaya, yaşamaya çalıştığımız dinin böyle olmadığını ve “Muhammedî olmayan metot ve usullerle, Muhammed Aleyhisselâmın (sav) yolundan ve izinden gidilemeyeceğini” dillendirmeye çalıştık.
Bunları yazarken dahi kalemim “Keşke kırılsaydım da bunları yazıyor olmasaydım, yazmak zorunda kalmasaydım” diye feryat ediyor. Yüreğim acıyor değerli dostlar. “Biz gücü, kuvveti, zenginliği ne için istiyoruz?” sorusuna ilâve olarak, “Biz bu gücü ve zenginliği hangi usullerle elde etmeliyiz, bu yolda düsturumuz ne olmalı?” sorusunu da her daim sormalı ve samimi cevaplar dairesinde nefis, şeytan ve güce tapma budalalığının etkisi altında kalmadan hareket edebilmeliyiz. Kişi her ne yaparsa yapsın önce kendine, çevresine ve Allah’a (cc) karşı samimi olmalıdır. Nasıl ki “Nefsini (kendini) bilen, Rabbini bilir”, kendini ve çevresini aldatan da ya Rabbini aldatmaya ya da daha da kötüsü Rabbi ile aldatmaya kalkışıyordur ki, bir insan için bundan daha büyük bir felâket düşünülemez. Hiç birimiz hatasız, günahsız değiliz elbette. Ancak en azından hatalarımızı bilmek, bunlarla yüzleşmek, pişman olmak ve özür dilemek, af dilemek yollarımız sonuna kadar açık. Öte yandan yukarıda sözünü ettiğimiz örneklerde olduğu gibi hatalarımız ve yediğimiz kul haklarını marifet sayıp, bir de üç beş kuruşunu hayır-hasenata harcadığımızı zannederek büyük bir yanılgı içerisine düşmüşsek, Allah (cc) sonumuzu hayreylesin demek lâzım.
Biz, ruhlarımız yaratıldığı zaman Rabbimizle sözleşmemizi zengin ve güçlü olmak üzere yapmadık. O’ndan da böyle bir taahhüt almış değiliz. Biz sadece ve sadece “Emir olunduğumuz gibi dosdoğru olmak”, ve “Rabbimize kulluk etmek” ile mükellef olarak yeryüzüne gönderildik. Gücün ve zenginliğin hayırlı olup olmadığını da asla bilemeyiz zaten. Ebu Bekir (ra) için rahmet olan zenginlik, Ebu Cehil için felâket olmuştu hatırlarsak. Dolayısıyla içimden şöyle demek geliyor “Eğer Ebu Bekir (ra) gibi bir zengin olamayacaksak, varsın Bilal (ra) gibi fakir kalalım”. Yeter ki bizi tanıyanlar öldüğümüzde arkamızdan “adam gibi adamdı” diyebilsinler ve buna öte dünyada da şahitlik edebilsinler. Gerisi boş, gayrisi lâf-ı güzâf, vesselâm.