-“Sanat var olmasaydı, gerçeğin kabalığı dünyâyı katlanılmaz kılardı.” diyor bir yazar. Başka bir yazar da diyor ki: “Sanat, ruhunuzun size seslenmesi ve sizin cevaplamanızdır.” Size göre nedir sanat?
– Sanat bir ibdâ faaliyetidir. Yaratıcı muhayyilenin kanatları ile ulaşılan bir güzellik irtifâıdır. İnsân zihninde ve elinde şekillenen bir yegâneliktir. Yani orjinallik diyoruz ya…
Alelâdelikler dünyâsından soyutlanarak; iç ve dış âlemimizi farklı açılardan kavramak, zevk-i selîm iklîmi oluşturmak suretiyle, insân hayâtını anlamlandıran ve insâna güzeli temrîn ettiren yüksek bir disiplindir.
Sanat, zıtlıkların ahengini bulmaktır. Derûnî çelişkilerin sükûn bulduğu, ahengin zemininde vücût bulan ve rûhlara açılan bir sonsuzluk ufkudur. Bir varoluş iradesidir. Tasavvur, tasarım ve ilhâm ile başlayan ve eserle neticelenen bir vetîredir.
-Sanat neyi hedefler? Nihâî hedefi nedir?
– Esas itibariyle ilmin gayesi hakîkat, felsefenin gayesi hikmet, sanatın gayesi güzelliktir.
–Sanat meyliniz ne zaman ve nasıl başladı? Sanatla alakanız tam olarak nedir?
– Sanata meyilim, çocukluk yıllarında başladı diyebilirim. Bu hep böyledir, Sanat ilgisi çocuklukla başlar. Sonra iltifât, mârifet illiyeti üzerine bir seyir takip eder. İlkokul öncesi dört yaşımda, Merhum Ağabeyimin teşvik ve desteği ile okuma-yazma öğrendim. Ağabeyim özel albenisi olan defterler yapıyordu. Çok sayıda kurşun kalemler, boya kalemleri alıyordu. Yazıp çizdiklerimi iş ve arkadaş çevresinin ilgisine sunuyordu. Yoğun bir alâka ve iltifât ile ödüllendiriliyordum. Yazı ile başlayan el faaliyeti bir süre sonra resme yöneldi. Defterlerim yetersiz kaldı. Yerlere, duvarlara çizmeye başladım. Kalemin yerini tebeşir almıştı. Harçlıklarımı çikolata yerine kırtasiyecilerde harcıyordum. Evden başlayıp sokağa taşan bu çizimler, çevre kirliliği problemine rağmen hoşgörü ile karşılandı. Görenler; “Bu mu yaptı bunları, aferin.” diye taltîf ediyorlardı.
-Bana Süheyl Ünver Hocayı hatırlattınız. Defterler tutmanız, defterler dolusu çizimler yapmanız… .
– Estağfurullah. Tabii, Hoca çok olağanüstü bir gayretle klasik sanatlarımızı, geleneğimizi yeniden canlandırdı ve büyük bir çevre oluşturdu. Süheyl Ünver, bizim geleneksel sanatlarımızın yeniden hayât bulması için çok gayret gösterdi. Kendisi de sanatçıydı. Defterler tutuyordu, böyle bir büyük bir insândı. Tabii onunla karşılaştırmanız hoşuma gitse de utanıyorum.
-Yok, estağfurullah Hocam. Defterleri karalama merakınız benzeşiyor. Onun da sayısız defteri vardı. Sonra bu meraklarınız nasıl gelişti?
– Sonraki yıllarda sanatla uğraşan büyüklerin çevresinde buldum kendimi. İlkokulun ilk yıllarında istîdatlı öğrencilerin resim-iş hünerleri sergilenmişti. Bunlar arasında yumuşak taş ve alçıdan yontulmuş heykel denemeleri ve rölyefler vardı. Çok etkilendim, alçı ve taşa evdeki el aletleri ile yontarak hayvan figürleri, padişah portreleri yapmaya başladım. Bir süre sonra bu yaptığım çocuksu eserlerimi okulumuzun koridor duvarlarında asılmış görünce güven duygum pekişti. Bir süre askeri sanat okulunda bulundum. Okulun duvar gazetesinin resimlerini yaptım. Orada kadrolu teknik ressamlar vardı. Resim ilgileri, ressamlık vasıfları da vardı bazılarının. Onlara çıraklık ederek birebir eğitim almış oldum.
– Mîmârîye ve geleneksel sanatlara olan ilginiz nasıl ve ne zaman başladı?
Askeri okul sonrası, çevresinde bulunduğum Orhan Okay ve Ezel Erverdi’nin teşvikiyle, -Erzurumlu Emrah’a teberrüken- Emrah Kitabevi adında bir kitabevi açtım. Kitabevim çok kısa zamanda bir kültür mahfeline dönüştü. Üniversite, şehir ve şehrimizi ziyaret eden sanatçı, kültür adamı, yazar ve akademisyen bu kitabevinin çevresinde yer aldı. Birçok insan kitaplıklarının nüvesini bu kitabevi üzerinden oluşturdular. İşte bu zeminde, mîmarîye ve sanat tarihine yoğun ilgi duydum. Hasbelkader zamân içinde sanatkâr, estet, sanat tarihçi, mîmar dostlarım oldu. Büyük ressam ve heykeltıraşların, mîmarların biyografilerini, sanatlarını tahlîl eden yazıları, incelemeleri okudum. Albümlerini, müze koleksiyonlarındaki eserlerini inceledim.
Geleneksel sanatlarımıza ilgim daha ileri yaşlarda ortaya çıktı. Berat ve ödül tasarımlarımı geleneksel plastiğimizin terkibi üzere biçimlendirdim. Ahşap oymalar yaptım. Sipariş üzerine Anadolu Medeniyetleri Müzesi ve Efes Müzesi koleksiyonlarında yer alan bazı heykellerin minyatür boyutta gümüş röprodüksiyonlarını yaptım. Bunlar o müzelerde satışa sunuldu. Altın, gümüş ve bronz olmak üzere, kültür hinterlandımızın tamamından şâirlerin, tarihi şahsiyetlerin portrelerinin rölyeflerini yaptım. Bu portrelerin büyük bir çoğunluğu tarafımdan tasvir edildi.
-Bekir Hocam, sizin çok yönlü olduğunuzu biliyoruz. Bunlardan biri de anıt tasarımcılığı… Eskişehir’deki dünyada eşine rastlanmayan Dede Korkut Anıt Duvarı’nın proje sahibi ve tasarımcısı sizsiniz. Kırk yıllık sanat ve estetik birikiminizi gözler önüne seren bu projeden ve tasarımdan biraz bahseder misiniz?
– Evet, bu alandaki ilk telîf eserim… 2013 yılında Eskişehir Türk Dünyası Kültür Başkenti olanca bu kapsamda bir proje hazırladım. Kültür müktesebatımıza derinlik ve emsalsizlik kazandıran, Türk kültürel genetiğinin ilk kodlarını veren, dilimizin en önemli metinlerinden olan Dede Korkut kitabı üzerine bir anıt duvarı… Duvar yüzeylerinde Dede Korkut’un 12 hikâyesinin tasvirleri ve özetleri çini üzerine çizilen minyatürlerle ve mermere oyulacaktı.
O zaman bu işin arkasında Eskişehir milletvekili ve o dönemin Milli Eğitim Bakanı Sayın Nabi Avcı vardı. “Her birimiz Türk dünyâsı ağacının farklı dalları isek, Dede Korkut işte o ağacın gövdesi.” diyen Sayın Avcı, bana “Bu projeyi Eylül ayında bitir.” dediler. Ben “Olmaz, ancak Ekim ayında bitirebilirim.” dedim. Hakikaten de söz verdiğim gibi dört ayda bitirdim. Bir sene gittim geldim, İstanbul’la Eskişehir arasında mekik dokudum.
Proje, bir kitabın mîmârî form halinde tasavvuru üzerinden vücût buldu. Dünyada bir ilk gerçekleşti ve bir kitap, mîmârî form halinde tecessüm etti. Dede Korkud’un ezelden ebede akan hikâyeleri mermere kazındı ve İznik çinisinde canlandı. Böylece Türkçenin Anıtı vücût buldu. Mücessem formda bir kitap, dünyâda ilktir. Ondan dolayı Allâh’a şükrediyorum, yani bana bu fırsatı verdi diye.
Dede Korkut Anıt Duvarı, Eskişehir Odunpazarı ilçesindeki Doğa Parkı’nın içine yapıldı. Yirmi metre uzunluğunda, beş metre yüksekliğinde, mermerden yapılan anıt duvarda, çini panoların alt kısmında mermer üzerine hikâyeleri anlatan metinler yer aldı.
– Hocam niçin “Türkçenin Anıtı” diyorsunuz?
– Çünkü Dede Korkut Hikâyeleriyle ilgili merhum Köprülüzade yani Fuat Köprülü (hem tarihçi hem edebiyat tarihçisi hem de edebiyatçıdır) bütün derslerinde öğrencilerine şunu söylermiş: “Çocuklar bütün bir Türk edebiyatını terazinin bir kefesine, Dede Korkut’u diğerine koysanız Dede Korkut ağır gelir.” Gerçekten bizim medeniyetimizin temelinde de bu eser vardır.
– Mavi İznik Çinisinin ihtişamını barındıran Dede Korkut Anıt Duvarının minyatürleri kime ait?
– Özbekistan’dan üç tane minyatür sanatçısı getirdim. Tabii bizde de var minyatür sanatçıları ama onlarda biraz klasik minyatür ilgisi devam ediyordu, artı bir de onlarda resim kültürü de var. Hikâye tasvirleri Gülçin Anmaç, Şahmahmud Muhammedcanov, Tülin Gönüytaş, Azad Aşurov ve Cihangir Ayurov tarafından yapıldı.
Hikâyelerin metin düzenlemelerini yakın bir zamanda Cumhurbaşkanı’nın elinden Necip Fazıl şiir ödülünü alan şâir Mehmet Can Doğan’a yaptırdım. “Kültürel Genetiğin Şifresi Destanlar” diye bir metin hazırladı, bunların hepsi taşa yazıldı, mermere kazındı.
– Anıtta sekizgen formlu sebilin özel bir mânâsı var mı?
-Duvarın ön tarafında sebil var. Sebildeki sekizgen yapı, cennetteki sekiz kapıyı simgeliyor. Sebil olduğu için hem üç yüzeyine çeşme hem dört yüzeyine duvar şadırvanı yaptım. Duvarın altında da su oyunlarının yer alacağı “selsebil” diye bilinen su sistematiğini koydum.
– Türk mîmarîsinin şu anki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Size göre Turgut Cansever mîmârîmize nasıl bir katkı sağladı?
– Tabi mîmârîde Mimar Kemalettin’le başlayan süreç, Turgut Cansever’le ileri bir hamle yaptı. Bizim klasik dönemlerin bilgisine vakıf iyi mîmarlarımız var hakîkaten. Yani mîmârîde iyi bir noktadayız. Turgut Cansever Bey’in yaptığı işler beni büyülemişti. Sonra kendisiyle tanıştık. Birkaç kere beni gezdirdi, klasik eserleri öğretti, oradaki detaylar üzerinde konuştuk. Kolumdan tutarak “Bak evlat böyle…” falan diyerek… Öyle bir üstattı o, Allah rahmet eylesin. Üç defa Ağa Han Mimarlık Ödülü alan, ikinci bir mîmar yok. Hatta iki tane alan da yok, o üç tane aldı. Aynı zamanda filozof bir mîmar, zaten mîmarlık felsefesi üzerine doktora yapmıştı.
–Hat sanatının en zirvesine ulaştığı yerler neresidir, hangi şehirler?
-Bursa, Edirne İstanbul… Hat, zirvesini İstanbul’da buldu ama yazının başlangıç noktası Bursa. Dikkat ederseniz Bursa Ulu Cami’nin duvarlarındaki hat örnekleri, Edirne’deki camilerin duvarlarındaki hat örnekleri vs. İstanbul’da da var, bu şekilde kemâlini buldu. Yani gerçekten bu yazı (hat), İstanbul’da yazıldı diyebiliriz. Selçuklu döneminde Konya’da yazı, taşa işlendi. İşte Sivas Divriği… Hani bu dediğim yüksek noktalar ama diğerleri de hafife alınacak seviyelerde değil.
– Şehirlerin eski hallerine “dersaâdet” deniyordu, ama şu anda kriz üreten metropollere dönüşüyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
– Tabiî bu bir vandallık, bir ruh problemi. Vandallık; tahrip eden insan, varlığın düşmanı olan insan. Biz kendi varlığımızın düşmanı olduk. Rahmetli Nevzat Köseoğlu bir kitabında şöyle diyordu: “Îman zaafı kültürel soğumaya yol açtı.” Bu bir kültürel soğumadır. Yani asıl sebep bu, îman zaafına dayalı kültürel sorun. Îman zaafı dediğimiz şey; kendinden şüphe etme, kendini bilmeme. Vandallık psikolojisi var ya, o ne yaptığını da bilen bir şey değildir, rûhsal bozukluktur çünkü.
Nurettin Topçu’nun bir ifadesi var “Şimdi gözyaşı ayak izine damlıyor.” diye. Allâh rahmet eylesin. Bu sebeple biz kültürel soğumayla birlikte varlığımız ayaklar altına düştü. Yine gelenekle ilgili bir yazısında diyor ki: “Modernite, çelik tabanlı ayaklarıyla ananenin üzerine bastı, ezdi ve geçti.” Hakikaten de öyle oldu, vandalizm ezdi, geçti. Farkında dahi olmadı. Hatta bunu iyi bir şeymiş gibi yaptı.
-Hocam size birer kavram ya da isim söyleyeceğim. Bu kelimelerin sizde uyandırdığı çağrışımı, tek kelimeyle ifade eder misiniz?
-Çift Başlı Kartal
-Selçuklu
-Hiva şehri
-Açık hava müzesi
– Temaşa
– Türk ananevi tiyatromuz
– Kubbe
– Kubbeyi Yere Koymamak
-Tamburi Cemil Bey
-Yahya Kemal, “Tanburi Cemal Bey çalıyor eski plakta” diyor ya…
-Türkistan
-Gönül hânemiz
-Tanpınar
-Bursa
-Kalemişi
-Ey Kalemkâr…
-Zaman
-Zalim. (Gençlik) resmimi görüyorsun işte…
-Bekir Hocam bu kıymetli sohbet için teşekkür ederiz. Değerli vaktinizi bize ayırdınız, sağ olun, var olun.
-Hocam ben teşekkür ederim, zahmet ediyorsunuz. Teveccühünüzden dolayı minnet duyuyorum.
Röportaj: Leyla Yıldız