Eğitimdeki buhranın temel sebeplerinden birinin esasen belirli bir bütünlük taşıması gereken “bilme yollarının ve bilgi türlerinin” parçalanmış, dağıtılmış olmasıdır demiştik. Bu dağılışın tipik örneklerinden biri de mitoslardır. Bugün eğitimde mitosun yeri sahih anlamında hiç yoktur.
Geçenlerde TRT2’nin yüz akı programlarından Kökler’i izlerken, ilkokul üçüncü sınıfa giden kızım olabildiğince anlamlı bir tespit yaptı ve bu yazıyı tasarlarken aklımda olan şeye mucize kabilinden işaret etti. Oğuz Kağan’dan, töreden ve “kut”tan bahsediliyordu belgeselin o bölümünde. Kızım şöyle dedi bir an durup “Baba, Oğuz Kağan, Türklerin atasıymış ama ben ilk defa duyuyorum, okulda neden anlatılmıyor bize?” İlkokul üçüncü sınıf efsaneler için erken mi dersiniz? Bence yanılıyorsunuz. Bu ülkenin çocukları Ülgen’i, Erlik’i, Kayra Han’ı duyabilmek için ileri sınıfları ve en fazlası edebiyat derslerini beklememeliler. Dahası Mergen Han ile Hermes ve İdris Nebi anlatısındaki benzerliği fark etmelerini sağlayacak bir öğretimden de mahrum olmamalılar. Bütün bir merkezî Asya’nın ve Mezopatamya’nın ve nihayetinde Anadolu’nun efsanelerine de yabancı kalmamalılar. Adem ile Havva’yı, Habil ve Kabil’i erkence bilmeliler. Hepsinden ötesi bu mitolojik ve dinî anlatıların işaret ettiği hakikatleri ve aynı zamanda geleneksel bilgelikleri ve dinî geleneğimizin muhafaza ettiği anlatıları bir bütüncül akış içinde kavramak için eğitim ikliminde fırsatları olmalıdır. Pekiyi bu neden önemlidir?
Mitos, malum efsane demektir. Mitos ya da mitoloji deyince zihninize ilk gelen şeyler, çocuksu masallar, ilkellerin uydurmaları ya da en fazla edebiyatın konusu olabilecek hayal mahsulü kurgular türünden kabuller oluyorsa andığımız parçalanma ve dağıtılma sürecinin kurbanlarından biriyiz demektir. Bu, bizim pek modernce, sığ bir pozitivist inancın bilinçli ya da bilinçsiz bağlısı olduğumuza işaret eder. İkinci ihtimal ise inancımızı kavrayışımızdaki sağlıksızlıktır. Bu nedenle en tuhafı da dinî kaygılarla mitoslara üstelik kendi kültürünün mitoslarına da yabancılık duymak gerektiğine inanmaktır.
Şurası açıktır ki modern Batı’nın bilim ve dünya görüşünü inşa eden zihniyet için zaten bütün dinler mitolojik anlatılardan ibarettir. Herkes kendi mitosunu din kabul edip diğerlerini yok sayabilmektedir. Fakat böylesi bir yaklaşım esasen en çok da son dinin mensupları açısından gereksiz ve anlamsızdır. Herşeyden önce Kur’an-ı Kerim’de bu konuya işaret eden bununla birlikte farklı anlamları gözden kaçırılan bir ayet dikkatimizi çekmelidir. Hucurat Suresi 13. ayet şöyledir; “Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık, Allah katında en değerli olanınız O’na itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir, her şeyden haberdardır.” Burada farklı insan topluluklarının birbirlerini tanımaları için zemin oluşturacak kavimleşme ve kabileleşmeden bahsedilirken aynı zamanda bizim kendimizi tanımamızın da bu farklılaşmalarla ilişkisine dikkat çekilmektedir. Farklı kültürel özellikler bize verilidir. Bir kültürün içine doğarız. Bunu yok saymak buradaki hikmete aykırı düşecektir. Bu bağlamda aklımıza, Kur’an-ı Kerim’de sürekli vurgulanan “atalarımızdan, babalarımızdan gördüğümüz gibi inanıyoruz” gibi savunmalar karşısında “ya atalarınız yanlış yolda idiyse” kabilinden uyarılar da gelecektir. Açık seçiktir ki burada vurgulanan “yanlış aktarılagelenin yanlışlığı”dır. Çünkü yine kutsal kitabımızda Adem peygamberin, İbrahim peygamberin inancının, geleneğinin yeniden diriltilmesinden de bahsedilir. Son din, ilk geleneğin ve bütün farklı geleneklerin özündeki “ezelî hikmet”in yeniden ihyasıdır çünkü.
İlerlemecilik ruhumuzun derinliklerine dek işlediğinden olsa gerek anlamını yitirdiğimiz bir hakikat var ki o da “tevhid inancının insanlığın ezelî kaynağı” oluşudur. İnsanlık evrile evrile ve gelişerek tevhide ulaşmamıştır. En başta var olan sahih ve saf inanç zamanla yine insan eliyle bozulmuş ve eğilip bükülmüştür. Ve fakat aynı zamanda bu ezelî hakikat insanlığın yeryüzündeki serüveni boyunca farklı biçimlerde tezahür etmiştir. Bu tezahür farklılıkları yine aynı zamanda bir bitkinin meyve vermesinde olduğu gibi insanın yeryüzündeki tekâmül sürecinin niteliklerine uygun şekillerde gerçekleşmiştir. Dolayısıyla bizden çok çok uzun zaman önce yaşamış insanları, inanışlarını ve anlatılarını ilkel olarak niteleyemeyiz ve ancak söz konusu tekâmül sürecinin niteliklerini olabildiğince yansıttığını söyleyebiliriz. Bundandır ki en eskilerden bize gelmiş olan efsaneler ilkel olmaktan çok uzaktır ve belki de ilkel değil “ilksel” olarak adlandırabileceğimiz anlatılardır. Bu anlatılar atalarımızın yeryüzündeki serüvenleri boyunca yapıp ettiklerini ve kendi serüvenimizde nasıl davranılması gerektiğine dair esasları simgeler eliyle yaşatırlar.
Ezelî Hikmet ve Esoterik Tradisyonalizm penceresinden bakıldığında farklı toplumların ve kültürlerin mitoslarının esasen aynı hakikatleri ve aynı serüveni anlattığı görülecektir. Bu aynı zamanda ezelden varolmaya devam eden tevhid inancının doğal bir sonucudur. Tekâmül serüvenimizin farklı dönemlerinde hakikati nasıl kavradığımızı bilmek hem hakikati tam olarak kuşatmamıza hem de devrenin sonunda, bu ahir zamanlarda insanlığın yeryüzündeki serüveninin bütüncül bir muhasabesini yapabilmek için elzemdir.
Basitten karmaşığa ya da somuttan soyuta gidiş eğitimciler tarafından eskiden beri bilinen ve belirli bir çerçevede işlevsel anlayışlardır. Fakat modern zamanlarda ilerlemecilik fikri bu anlayışları da zehirlemiştir. Bir yandan mitosları dahası dinî anlatıları insanlığın erken devirlerinin çocukça açıklamaları olarak yaftalıyoruz öte yandan çocuklar için bunlar çok soyut ve çok karmaşık kaldığını savunuyoruz. Oysa masallar olabildiğince soyuttur ve karmaşıktır ama sembolik anlatımlarıyla çocuklara da çok şeyler öğretirler.
Bu konuyu olabildiğince uzatmak mümkün ancak şimdilik gereksizdir. Dememiz odur ki formal eğitimin erken devirlerinden başlamak üzere çocuklar bu efsanelerle tanış olmalıdır ve atalarının on binlerce yıla yayılan serüveninin bu son noktasında nereden gelip nereye gittiğine dair bir bilinç kazanabilmelidir. Basitlik uğruna olabildiğince bayağı metinler üzerinden okuma yazma öğreteceğimize, okuma metinlerini yine basitleştirdikçe basitleştireceğimize özgün anlatımlarıyla bu efasenlerden yararlanmalıyız.
Ancak bu sayede eğitimin asıl sorumluluğu olan kimlik sorusuna yine eğitim yoluyla sahih ve yetkin cevaplar verilebilir. Yine ancak bu sayede ezelden beri yaşatılagelen edep ve erkân üzere insan yetiştirilebilir, yetkinleştirilebilir. Töreli Eğitim, herşeyden önce insanlığın yeryüzündeki serüveni boyunca yaşatılagelen ve bizatihi Tanrı tarafından insana verilmiş olan törenin yani edep ve erkânın temelinin gözönünde bulundurulmasından ibarettir. Bu hem yaradana hem de ilahi hikmeti kuşaklar boyunca aktaragelen atalara olan ödevimizdir.