Kış etkisini kaybetmişti. Ağaçlar çiçek açmış çayır çimen yemyeşil bir bahar günüydü. İlkokul dördüncü sınıftayım. Heyecanlıydım. Erkenden uyanmanın mahmurluğuyla koşa koşa okuluma vardım. Öğretmenimiz bizi başka bir köye, geziye götürmek için program yapmıştı. Arkadaşlarımın hepsinin heyecanı yüzlerinden okunuyordu. Nihayet köyün tek traktörü okulumuzun yanına yaklaştı. Bizleri götürmek için traktör hazırdı.
Zaman çocukluk yıllarım.
Bir odun sobasının etrafında sıcak aile sohbetlerinin tadı unutulmaz. Aydınlanmak için ise gaz lambası, tabi ki o gün lambanıza dolduracak gaz yağınız varsa. Çayın en lezzetli olduğu zaman. Bir tutam çay ve hele de bir kâse şekeriniz varsa. Şimdilerde hiç yemediğimiz margarinin mayalı ekmek üzerine sürülerek lezzetle yendiği zaman. Eğer bulabilirseniz veya alacak paranız varsa. Kışın ”ocak başı”, yazın ise “tarla dönüşü” programlarının en vazgeçilmez olduğu zaman, dinleyecek bir radyonuz varsa ya da piller bitmiş değilse. Daha neler neler…
O yıllarda köyde elektrik yok. Su köy çeşmesinden. Gaz lambasının odanın ortasına konularak ödevlerin yapıldığı, derslerin çalışıldığı bir zaman. Akümülatör ile çalışan bir tane televizyon var, o da köy kahvehanesinde.
İhtiyacınız ne kadar az ise mutluluğunuz o kadar çoktur, sözünün canlı tanıklarıydık. Her şeye rağmen demeyeceğim. Başka çare de yoktu. Elindeki ile yetinmenin mutluluğu, imkânları ölçüsünde yardımseverlik ve misafirperverlik ortak özelliklerdi. İmkânların az mutluluğun çok olduğu zamanlardı. Bir köyde birkaç traktör ancak var ve başka da ulaşım aracı yoktu.
Okulumuzun önünde sıraya geçmiştik. Hepimizin gözleri öğretmenimizdeydi. Öğretmenimizin uyarılarını pür dikkatle dinledikten sonra traktör römorkuna sıra ile bindik. Çocuk olmanın heyecanıyla yolculuk çok eğlenceli geçiyordu. Traktör köyün virajlı yollarında ağır ağır ilerliyordu. Bir taraftan da acaba varacağımız köyde ve okulda bizleri neler bekliyordu. Onun merakı içindeydik. Yeni tanışacağımız arkadaşlar ile kaynaşabilecek miydik? Yeni oyunlar öğrenip onlarla oyunlar oynayabilecek miydik? Köy halkı bizi nasıl karşılayacaktı? Bütün bu sorular çocuk olmamıza rağmen kafamızdan geçerken nihayet varacağımız köy göründü.
Yemyeşil vadinin ortasında, kocaman kavak ağaçları ile gölgelenen, ortasından akan derenin serinliği ile sizi karşılayan cennetten bir parça sanki. Köprünün üzerinden geçerek köyün içine doğru traktör ilerliyor, bizler meraklı gözlerle etrafı seyrediyorduk. Okul hemen az ilerideydi. Öğretmen ve öğrencilerin bizleri bekledikleri her hallerinden belliydi. Hepsi bize gülümsüyor ve hoş geldiniz dercesine gözleri parlıyordu. Nihayet traktörden indik ve okul bahçesine geçtik. Misafiri olduğumuz okulun öğretmeni ve öğrencileri bizlere çok yakın ilgi ve alaka gösteriyorlardı. Bir süre durgunluktan sonra hemen oyuna dalmıştık. Yeni arkadaşlarımızla yeni oyunlar oynuyor, çok eğlenceli vakit geçiriyorduk. Bu arada öğlen olmuş çok da acıkmıştık. Her birimizi yeni tanıştığımız bir arkadaşımız öğle yemeği için evine götürecekti. Ben de yeni arkadaşımla birlikte evlerine doğru gidiyorduk. Biraz çekingen, biraz da merakla eve vardık.
Taş duvarla ve çamurla yapılmış olan evin yıllara meydan okuyan kapısının önündeydik. Bizim geldiğimizi fark eden anne hemen kapıya geldi. Yüzünde masum, biraz da hüzünlü bir gülümseme.
”Hoş geldiniz çocuklar, içeri geçin” daveti içimdeki çekingenliği biraz hafifletmişti. Çekingen adımlarla içeri geçtim. Arkadaşımın babası da güler yüzle bizi içeride karşıladı. “Burada rahat edebilirsin” edasıyla benimle sohbet etmeye başladı. Hangi köyden geldiniz, kimlerdensin? Gibi sorulara verdiğim cevaplarla biraz daha rahatlıyordum. Bir süre sohbetten sonra ortaya yer sofrası serildi. Annenin elindeki tepside mis gibi kokan tavadaki yumurta, koyun peyniri ve yoğurt…
”Haydi, çocuklar buyurun sofraya” daveti hem anneden hem babadan…
Minik ellerimizle mayalı ekmeğinden bölüyor, tavadaki yumurtayı küçük lokmalarla yiyorduk.
Misafirleri bir çocuk olsa da izzet ve ikramdan geri kalmıyordu aile. ”Haydi, evladım peynirden de ye, yoğurdun tadına da bak, yumurtayı bitir hadi” cümleleri küçücük misafirlerinin gönlünü hoş tutmak için gönülden seslenişlerdi.
Bu arada bir amca geldi. Komşularıymış:
— Geçmiş olsun arkadaş, bacım geçmiş olsun. Nasılsın? Göz ameliyatı olmuşsun.
Sağ ol komşu. Ameliyat ettiler.
Geçmiş olsun. Geçmiş olsun.
Sohbet sürüyordu. Aman Allah’ım! Aman! Çok üzülmüştüm. Küçücük dünyama ağır gelmişti bu duyduklarım. Meğerki teyze doktordan yeni gelmiş. Gözünden ameliyat olmuş. Tüm bu sıkıntısına rağmen bana, bir küçük yabancıya ev sahipliğindeki, misafirperverliğindeki eşsiz tutumu zihnimdeki yerini terk etmeyecekti.
Bu teyzemiz ve amcamız bir dağ köylüsü. Elinde avucunda yirmi veya otuz koyun, başka da geçim kaynağı yok. Burası o bölgede şehre en uzak köy. İl merkezine iki yüz, ilçelerine seksen kilometre. Daha ileride köy kent yok. Artık dağlar ormanlar.
Zaman eski zaman. Mekân bir dağ köyü. Gariban bir Anadolu köylüsünün evi. Cepheden cepheye koşmuş insanların nesliydi. Yedi düvel bileğini bükememişti ki bu insanların, yoksulluk bileğini büksün.
”Gözü gibi bakardı, gözüm gibi severim” deriz ya hani. Gözünden olmuş bir Anadolu kadını ve gözü gibi sevdiğinin hüznünü yaşayan bir Anadolu insanı baba. Acıları büyüktü belki kadının. Hastaydı, yüzünden okunuyordu. Her şeye rağmen dik durmaya çalışan ve acılarını yüreğinde yaşayan baba, etrafa güven dağıtıyordu.
Bütün bu yaşadıklarına rağmen evlerine gelen bir yabancı çocuğu misafir kabul eden, ona izzet ve ikramlarda bulunan, misafirlerini rahat ettirmek için ellerinden geleni yapan bu aile; nereden öğrenmişti tüm sıkıntılarına rağmen kapılarına gelen bir misafirin gönlünün hoş tutulması gerektiğini. Nereden öğrenmişti en uzak köyde yaşadığı halde bir çocuğun sevilmesi ve sevindirilmesi gerektiğini. Hani medeniyetten uzaktaydılar?
Medeniyet bu idi. Anadolu insanı binlerce yıllık birikimini yaşıyordu. Medeniyet bu toprakların yağız insanlarının genlerindeydi. Reşat Nuri Güntekin’in Anadolu’dan Notlar adlı eserini okumuşsunuzdur mutlaka. Erzincan’ın bir köyünde, yoksul bir aileye misafir gelir. İkram edecek hiçbir şeyi olmayan adam kalkar oyun oynar. Bir şey ikram edemedim, bari gönlünüzü hoş tutayım, der. İşte bunun gibi. Anadolu’da nereye uğrarsanız uğrayın bu kabil insana her yerde, her daim rastlarsınız.
Karnımız doymuştu, okulda toplanmak üzere kalktık. Ev sahiplerine yapmış oldukları misafirperverlikten dolayı teşekkür ettikten sonra çıkış kapısına doğru ilerledim. Bir taraftan kenarı yırtılmış kara lastik ayakkabımı giyiyordum. Bir taraftan da gösterilen bu yakınlıktan dolayı biraz daha kalmak ve teyzenin acısını paylaşmak istiyordum. Yapamadım. Çocuktum ve neler konuşacağım konusunda da birikime sahip değildim.
Köyün dar sokaklarından okula doğru ilerleyen sanki sadece bedenimdi. Aklım aslında ev sahibinde kalmıştı. Okul bahçesinde bir süre daha oyunlar oynadıktan sonra dönüş vakti gelmişti. Yeni arkadaşlarımızla vedalaştıktan sonra köyümüze geri döndük.
Yaşadığı acı ve sıkıntılarına rağmen o iyilik meleği teyze, eşi ve arkadaşım genlerinde olan bu güzellikleri bana yaşattılar. Eminim ki dedeleri ve nineleri de böyleydiler. Arkadaşım ve torunları da hep böyle olacak. Tıpkı hamurunu bu topraklardan, mayasını da havasından almış tüm misafirperver Anadolu insanı gibi.
Mehmet Ali ARI
(4/B Sınıfı öğrencilerinden Seden ARI’NIN babası
Dr. Sadık Ahmet İlkokulu Rehber Öğretmeni)