“Mekânların da ruhu var yavrum.” demiş, sonra da Kâbe’nin ruhunun bazı ağır misafirleri nasıl karşıladığını anlatmıştı Mustafa Mihri abimiz. Rahmet olsun. Kimi mekânlar var ki ruhunun varlığını hissettirmekle kalmaz konuşur adeta. İşte bu mekânlardan bir mekândır Hacı Bayram Cami ve civarı. “Şerefül-mekân bil-mekin/ Mekânların şerefi orada bulunanların şerefiyledir.” demiş yolun büyükleri. Hacı Bayram Cami ve civarını şereflendiren elbette Hacı Bayram Veli Hazretleri, bunda şüphe yok. Ne var ki benim bugün Somuncu Baba’yı, onun talebesi Hacı Bayram’ı ve onun da talebesi Akşemseddin’i anlatmak değil muradım.
Rabbim lütfetti de bu fakiri vefatından altı yüz yıl sonra da olsa Hacı Bayram Veli’ye komşu etti. Ankara’nın manevi valilik görevini aksatmadan yürütüyor, Ankara’ya hayat veriyor. Hz. Yunus, “Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez.” diyor malum. Benden bir Akşemseddin çıkacak değil elbette. Ne var ki bekçiliğini yaptığım, onun manevi emanetçisi Mahmud Esad Coşan’ın ismini taşıyan malikâneye gelenlerle birlikte etrafa yaydığı kokuyu içimize çekip, rayihadan geçip ruha ulaşmayı ve onun hayaliyle de olsa hemhal olmayı arzuluyoruz. Güzellerin hayali de güzel oluyor.
Burada sıkça zuhuratlar olur. Ne var ki bizim çoğundan haberimiz olmaz. Bazı ilahiyatçılar “tasarruf” var mı yok mu, tartışadursunlar biz alenen hazretin tasarrufunu hissediyoruz. Evliya, vefatlarından sonra kınından çıkan kılıç gibi olurmuş ve kılıcının iki tarafı da kesermiş.
Bugün size henüz üzerinden tazelik kokusu gitmemiş bir zuhuratı, Burhan’ın hikâyesini yazacağım.
Daha önce bu mahallede hiç görmediğim, siması yabancı bir adam hızla odama girdi ve “Ben Burhan” dedi. Her zamanki gibi “Buyurun, oturun.” dedim ona yer gösterdim. “Nereden gelir nereye gidersiniz? Kimsiniz, sizi hangi rüzgâr buralara savurdu?” dedim. Bir saatten biraz fazla sürede özetledi mazisini. Anlatımlarında bazen hızlanıyor bazen de bir nefeslenme sırasında yavaşlıyordu. Bu arada çayını unuttu, buz gibi oldu. Söyledikleri kadar söyleyemedikleriyle de anlatıyordu. O anlattı, ben de onu dinlemeye koyuldum:
– Ben komünist, Marksist yaşadım altmışına kadar. Çok okudum. Kelli felli solcularla birlikte çalıştım, nice meşhur solcu fikir babalarına talebelik ettim. İki evlilik yaptım ama şimdi yalnız yaşıyorum. İki çocuğum var. Bir türlü ne onlar mutlu oldu ne de ben mutlu oldum. Mutlu olamadık. Çok gayret sarf ettim ama olmadı bir türlü. Maddi ihtiyaçların telafisi ve kupkuru bir sevgi, mutlu olmaya yetmedi. Seviyoruz dediğimiz sevginin içinde bir eksiklik var, sevgimizde bir kekrelik var. Bilemediğim bu eksiklik ne ise ben onu aramaya başladım ve kendimi burada buldum. İlacın Müslümanca yaşamakta olduğunu, Müslümanca yaşamanın da Hacı Bayram Veli gibi zatların öğretilerinde olduğunu düşündüğüm için buradayım. İmam Gazali ismini duyardım ama onun hikâyesini bilmezdim. O da benim gibi sadece üniversite hocası değil Nizamiye Üniversitelerinin Baş müderrisi iken dünyanın dört bir tarafından ders alabilmek için millet ona koşarken o da mutlu değilmiş. Mutluluk arayışına çıkmış. Uzun araştırmalar neticesinde
tasavvufa intisap etmiş ve gerçek mutluluğu orada tatmış. Ebu Ali Farmedi’ye tabi olmuş, yüreği öylece teskin olmuş. “Dalaletten Hidayete” kitabını da ondan sonra yazmış. Ben de tasavvufa intisap etmek ve mutlu olmak istiyorum. Kulluğun tadıyla hayatıma tat katmak istiyorum.
Bu sözleri duyunca heyecanlandım, “Yoksa sen Kulluğun Tadı kitabımızı mı okudun?” dedim. “Öyle bir kitap mı var?” diye karşılık verdi.
“Neyse, geçelim bu konuyu” dedim, belli ki haberi yoktu. “Peki, tasavvufla ilgili ne okudun?” dedim.
– Gazalinin Dalaletten Hidayette kitabından başka bir şey okumadım. İhyasını aldım, okumaya yeni başladım.
– İyi de bu kadarcık bilgiyle böyle bir yükün altına giremezsin.
Mahzun oldu, “Ama hocam altmış küsur yaşı geride bıraktım. Hep oyunla, oynaşla vakit geçirmişim. Ne kadar ömrüm kaldı onu da bilmiyorum. Artık kulluğumu ertelemek istemiyorum. Kul olmalıyım Rabbime, mümkünse onu da en güzel şekilde yapma gayretinde olmalıyım.” dedi.
O gün misafirlerim her zamankinden biraz fazlaydı. Onları bırakıp da uzun uzun anlatacak vaktim yoktu. Kulluğun Tadı kitabını gösterdim, “Bir saatte okurum bunu.” dedi. “Hadi oku öyleyse sonra konuşalım” dedim, ona karşı odayı gösterdim.
Üç saat geçti, gelmedi merak ettim, sonra özür diledi. “Hocam tekrar, tekrar, tefekkür ederek okuyorum.” dedi.
İkindi okunmuştu, “Biz namaz kılacağız” demiştim ki o, “Ben de kılarım” dedi. Bunu duymak güzeldi, zira bir kişinin namaza başlamış olması çok önemli. “Zor olanı başarmışsın,” dedim. O da bana cevaben:
– “Bilen birine sordum en zor namaz hangisi diye. O da teheccüt namazı dedi. Zordan başlarsam diğerleri kolay olur, düşüncesiyle teheccütten başladım. Gerçekten diğerleri çok zor olmadı. Bir de nedendir, bilmiyorum; namazlarda hep ağlıyorum, namazım bozulmaz değil m?” dedi.
Burhan güya benden bir şeyler öğrenmeye gelmişti ama bana çok şey öğretti. “Kaza namazlarını ne yapacağım.” dedi.
“Marksist iken Allah’a inanıyor muydun?” diye sordum. O da yüzünde beliren bir mutluluk haliyle “Hocam ben Marksist’tim ama hep Müslüman’dım. Cuma namazlarına giderdim, hatta mektup arkadaşım olan Şili’den bir Hristiyan’ın da Müslüman olmasına vesile oldum.” diye karşılık vermesin mi?
Burhan istediğini almadan gitmedi. O da mutlu oldu, bizi de mutlu etti. Kim bilir kaç Marksist ve komünist Müslüman gönüllerine dokunacak bir Hacı Bayram sıcaklığını bekliyordur. Kim bilir?
Hocam yazınızı ilgiyle okudum. Kaleminize yüreğinize sağlık. Büyüklerin çevrelerinde hissedilen rahmetin diğer gençlerimize de ışık olmasını temenni ediyorum.
Yıldırım Hocam ağzınıza kaleminize sağlık. Varlığı hazretlerinin dergahinda ne güzel bir zuhurata Şahid olmuşsunuz. Selam ve dua ile
Kaleminize sağlık hocam
Hocam kaleminize, yüreğinize sağlık. Akıcı üslubunuz mest etti. İşin manevi boyutunu izah etmeğe kendimi yetkin saymıyorum ancak bu yazıların (Henüz kitaplarınızı okumadığım için böyle söylüyorum) gençliğe ışık tutacağına inancım tamdır. Bazan odanın içinde duran bir nesneyi bulamazsınız da biris içeri girer ve “gözünün önünde ya” der gibi. Selam ve dua ile.