Eskilerin tecrübe-i kalemiyye dedikleri, bugün için deneme olarak adlandırılan bir yazı türü vardır. Sadece edebi değil felsefi metinler de çoğu zaman deneme-fragmanlar/parça- kabilinden deneme kimliklidirler. Sanatsal bir üslupla ve şiire özgü bir konu çevresinde yazılan mensur şiirlerin (şiirsel düzyazı) de denemeye yakın bir yerde durduğunu söyleyebiliriz. Medeniyetlerin İnşasında Okumanın Rolü başlığıyla dile getireceklerimiz şiirsel düzyazı değilse bile tecrübe-i kalemiyye bağlamında, bugünkü ifadeyle deneme kabilinden, herhangi bir iddia taşımayan, şahsi bakış açısı değerlendirmeler olacaktır. Okumayı harflerle sınırlamamak gerekir zira okumanın türlü biçimleri vardır ve insanî tekâmülü bu okumalar inşa eder. Okumayı medeniyetlerle ilişkisi bağlamında ele aldığımızda üç evreden söz edebiliriz:
Medeniyetin ilk evresi, bakmaya dayalı (okuma ve) anlamadır. Yazının yaygınlaşmadan önce medeniyetlerin inşası gözlemleme, anlama ve konuşmaya bağlı gelişir. Sözlü kültür varlıkları o dönemlerden bugüne gelirler: Destan, masal ve efsaneler… Geniş halk kitlesi daha çok bu dairenin içinde kalır. Diğer taraftan din ve felsefe de bu evrenin örneklemeleri ile doludur. Devlet, Platon’un imzasını taşısa bile hocası Sokrates’in konuşmalarını içerir. Hz. İbrahim yaratanı gözlemleyerek arar, güneş ve ayın batımlı olduğunu gördükten sonra Allah’a ulaşır. Hz Peygamber de O’nu düşünmek için Hira Dağı’na çekilir. Bir’i ister, seçilmişliğin yolunda gider ve bunun gereğini yapar. Nitekim ilk ayet-i kerime de okuma üzerine burada nazil olur: “Oku, yaratan rabbinin adıyla; insanı alaktan yaratan O’dur. Oku, rabbin nihayetsiz kerem sahibidir. Kalemle yazmayı öğreten O’dur. İnsana bilmediğini öğreten O’dur.” (Alak Suresi, 1-5).
İnsanlığın asıl gelişmesini gösterdiği evre kâğıda dayalı okuma/kâğıt medeniyetidir. Bu medeniyet bakmaya ve konuşmaya/dinlemeye dayalı (okuma ve) anlama medeniyetine göre kısa ancak etkisi ve gelişmesi en fazla kalıcı olan dönemdir. Doğu, Batı ve Uzakdoğu medeniyetleri en fazla bu süreçte gelişir, güçlenir. Kâğıt medeniyetinin ortak algıya, yaşama ve zevke katkısı kolektifliği sağlar. Medeniyet dairelerinin oluşumundaki bu ortaklık yüzyıllarca Türk İslâm medeniyetinin kurucu ve sürdürücüsü olarak bizde de var olmuştur. Tanpınar bu duruma Avrupa’dan örnek verirken sahih bir aydın olarak ortak medeniyet ailesinin bizde sonlanmasına hayıflanır: “Entelektüel Avrupa daha XVI. Hatta XV. Asırlardan beri bir tek aile gibi yaşamaya alıştığı için şiirde kolayca dünya ölçüsünde şöhret kurulabiliyor. Geçen asrın başında Byron (İngiliz), Goethe (Alman) ve Hugo (Fransız)’nun şöhretlerinin sebebi budur. Günümüzde de durum aynıdır ve devam etmektedir. Eskiden bizde de böyle idi. Müslüman Şark entelektüel ve sanatkârları, bir aile olarak yaşardı. Arapça, Farsça, bizim lehçede ve Çağataycada Türkçe sanat ve fikir dünyasının temeliydiler. Ben Musul’da, bir medresede Fuzuli Divanı ile Cezmi okutularak Türkçe öğretildiğini gördüm. Onun için eski medeniyetin müşterek malı olan şöhretlerimiz vardı.” (Mücevherlerin Sırrı, 2002: 84).
Okumak ve anlama için düşünmek (mütalaa etmek) gerekir. Özümseyerek okuma donanımla birlikte derinlik (belki de irfan) sağlar. Meslekî dairenin dışına çıkmayan okuma, kişisel donanıma katkı sağlamaz. Bu nedenle başta felsefe olmak üzere edebiyat, teoloji, toplum ve insan bilimine katkı sağlayan eserler okumaksızın aydın olunacağını zannetmek safdillik olur. Yaptığımız işte başarılı olmak insanlığa ve geleceğin Türkiye’sine katkı sağlamak, imza atmak için meslekî donanım yeterli olmayacaktır, aynı zamanda bir aydın olmaya çabalamak da gerekecektir. Bunun için yaşamın gereklerini (annelik, babalık, hocalık…) ihmal etmeksizin sürekli (harflerle sınırlı olmayan bir) okuma gerekir. Büyük buluşlar gayret etme, isteme ve okumaktan (kitabî okuma, gözlemleme, anlama…) beslenirler. Arşimet, Hezârfen Ahmed Çelebi, Newton, Thomas Edison, Graham Bell, Fuat Sezgin, Aziz Sancar… Bu mucitlerin ve bilim insanları gibi nicelerinin gayretleri ve istekleri karşılığını bulmamış olsaydı bugünkü dünya çok gerilerde olurdu herhalde. Gayret ve istek ayet-i kerimede; “Oku, yaratan rabbinin adıyla; insanı alaktan yaratan O’dur. Oku, rabbin nihayetsiz kerem sahibidir. Kalemle yazmayı öğreten O’dur. İnsana bilmediğini öğreten O’dur.” belirtildiği üzere Allah katında dua anlamına gelmekte ve muhakkak da karşılığını bulmakta. Bu insanların dünyalarını dolduran isteğe bağlı olarak buluşları karşılarına çıkar. Okur, gayret ederek (fiili dua) istersen; kafana düşen elma incitmez, hamam tasıyla sadece kurnadan su almazsın…
Türk aydınlarının yakından tanıdığı, benimsediği ve etkisinde kaldığı geçen asrın büyük filozofu Henri Bergson okuma (mesleği ya da ilgi bağlamında), ısrarla isteme ve zihni bir amaca teksif etme ile sezgi (biz buna ayeti kerimedeki öğrenme de diyebiliriz) arasında ilişki kurar. Nurettin Topçu “Bergson” adlı eserinde bu büyük filozofun sezgi çevresinde görüşlerini irdelerken şunları kaydeder: “Sezgide ilmin verilerini ihmal edip birtakım içten aydınlanma (illumination) mıntıkalarının karanlıklarına dalmak mevzubahis değildir. Sezgi ancak çok geniş araştırmalar, pek müşkül ve zahmetli tahlillerle elde edilir. Hatta zihnin bütün teknik ve yaratıcı çalışmaları sezgiyi hazırlayıcı olur. (Bergson) sezgiyi daima mekik oyununa benzetti. Onda zekâ, sanat ve ahlâkiyetin kaideleri, son haddine kadar, ilhâm rüzgârlarıyla sürüklenen, gelen veya gelmeyen bu ayartıcı hareketin doğmasını hazırlamaktadır. Bütün bu fikirlerin neticesi olarak şunu kabul etmek lazımdır: Sezgi başlangıçları olmayan bir düşünce hareketi değildir, o zihnin en dalgın gözüktüğü anda doğuveren hiç bilinmedik keşifler, her zaman değilse de ekseriya, önceden kullanılmış uzun bir cehdin, aynı fikirleri tekrar tekrar ele almaktan yorulmak bilmez ve arası kesilmez, inatçı bir düşüncenin gayede vardığı en yüksek noktadır.” (2019; 86- 87).
Ve medeniyetin bizce üçüncü evresi: İzleyerek (dijital evrede) ve bakarak okuma. Yerleşik hayata geçişimizle neredeyse eş zamanlı olarak İslâm dinine ve kâğıt medeniyetine dahil oluruz. O dönemden bugüne bu medeniyet dairesi içinde geldik. Medeniyet ve alt şubesi olan kültürde esas olan devamlılıktır, bu bağlamda kâğıttan uzaklaşma kaçınılmaz olsa bile kağıt okur gibi bu geleneğe sadık kalarak okumayı sürdürmeliyiz. Bu yapılmadığı takdirde okuma (mütalaa) yerini izlemeye bırakacaktır. İzlenirken okuma sınırlı, çoğunlukla da imkansızlaşır. Trene bakarak makinist, inşaat izlenerek de mühendis olunmadığı gibi okumadan yetesi ölçüde anlama olanaksızdır. Kaçınılamayan dijital çağda belki de en büyük iş yükümüz ağır ağır, sindirerek okuma olacak gibi. Öbür türlü bugünün adeta dayatılan dijital atmosferinde bakmaktan ve izlemekten yorulan, doğal olarak anlamlandırma güçlüğü çeken insanların birbiriyle ilişki kurmada çıkmaza girmeleri kaçınılmazdır. Belki de toplumda gittikçe artan şiddet eğilimini, kadın- erkek uyuşmazlığını ve uyuşturucuya eğilimi bu okuma (anlayacak seviyede) eksikliğine, insanlığın ilk evrelerine gidercesine anlamaksızın izlemeye bağlayabiliriz.