Türkiye, son yıllarda ulus devletçi sistemin sebep olduğu köklü sorunlarıyla, militarizmle ve darbeci kesimle ciddi bir hesaplaşma yaşadı. Askeri ve sivil vesayet büyük oranda geriletildi. Birçok alanda olduğu gibi eğitim alanında da ciddi değişiklikler yaşandı. Türkiye bir taraftan global ölçekte ciddi operasyonlar geçirirken diğer taraftan buna meydan okurcasına atılması gereken demokratik adımlardan da geri kalmadı. Yerleşik eski zihin algısının büyük oranda kırılmaya çalışıldığı bir dönemden geçtik, geçiyoruz. Bu aynı zamanda tarihi kültürel kodlarımızla, medeniyetimizle, ilim-irfan birikimimizle yeniden temas kurmaya çalıştığımız bir dönemin adıdır.
Ne var ki atılan önemli adımlara rağmen bugün mevcut eğitim sistemi 90 yıllık bir öğütme aracı olarak karşımızda hala ciddi bir sorun olarak durmaktadır. Bu yüzdendir ki bir zamanlar insanlık tarihin seyrini değiştirebilecek kadar kaliteli düşünce, bilim, sanat, edebiyat ve felsefe adamları çıkaramıyoruz. Eğitim bireylerde bir medeniyet tasavvuru geliştiremiyor.
Eğitimin tek amacı, medeniyet bilincinin gelişmesini önlemek;
Eğitim bir sistem olarak Türkiye’nin yerli insanına değil batı aklına(pozitivizm) hizmet etmesi için kurgulanmıştır. Bu yüzdendir ki uzun yıllar bir yapı bozumuna uğratılmadan varlığını devam ettirmektedir. Dolayısıyla Türkiye’de eğitimin tek bir hedefi vardır o da ülke insanında medeniyet bilincinin gelişmesini engellemektir. Sistem bütünüyle bunun üzerine inşa edilmiştir. Bu yüzden eğitim, pozitivist düşünceden asla taviz vermez. Kemalizm’i de bu uğurda bir araç olarak kullanmaktadır. Bu yüzdendir ki eğitim, farklı kesimleri dışlayan, çoğulculuğu, özgürlüğü, üretkenliği körelten insanlar arasında huzuru ve barışı bozan bir düşüncenin yaygınlaşmasına hizmet etmektedir. Bu yüzden ders kitaplarının hemen hiçbirinde farklı kesimlere gereken itina gösterilmemiştir.
Diğer taraftan çağdaşlık ve ilericilik kisvesi adı altında da çocukların geçmiş tarihi kültürel değerleriyle bağ kurması engellenmiştir. Eğitimle yeni bir ilim dilinin inşa edilmesinin ve siyasi bir ufkun gelişmesinin hemen tüm yolları tıkanmıştır. Kısacası ülke insanı eğitimle esir alınmış zihni melekeleri dumura uğratılmış, medeniyet tasavvurundan yoksun bırakılmış, yeni fikirler, icatlar geliştirme potansiyellerine ket vurulmuş, İslam’la aralarına mesafe konulmuş dolayısıyla ahlak, erdem ve vicdan sahibi kaliteli bireylerin yetişmesi hep engellenmiştir. Peki, eğitim bu ülkenin hemen her alanda kalkınmasında, özgürleşmesinde ve zenginleşmesinde bir katkı sunamıyorsa neden bu sistemi değiştirmiyoruz? Eğitim yeni bir ilim dilinin inşasında neden aktif rol oynayamıyor? Eğitimle medeniyet tasavvuruna sahip neden proje ve vizyon sahibi kaliteli insan yetiştiremiyoruz? Kuşkusuz sorulması gereken sorularımız var. Sorularımıza cevap bulabilmek için öncelikle mevcut eğitim sisteminin temellerinin atıldığı dönemi iyi tahlil etmemiz icap ediyor.
Tek parti dönemi eğitim anlayışı;
Türkiye’de varlık bulan, ulus devletçi, milliyetçi, tek merkezden kumanda edilen ideolojik eğitim sisteminin temeli 1924 yılında Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla atılmıştır. Cumhuriyeti kuran kadrolar Osmanlının çok kültürlü, çoğulcu, farklılıklara alan açan anlayışını /vizyonunu yeni rejim için bir tehdit olarak görüyorlardı. Çünkü yeni sistemle tek bir renkten, dinden, dilden, mezhepten ve anlayıştan müteşekkil resmi ideolojiye itaatkâr, devletçi yeni bir ulus oluşturulmak isteniyordu. Bunun için en etkili mekanizma kuşkusuz eğitim ve eğitim kurumları olmuştur. Bu bakımdan tek parti rejimi işe önce eğitimden başlamıştır. Bilindiği gibi 1923 ve 1946 arası ülkede tek söz sahibi Cumhuriyet Halk Partisi’dir. Bu nedenle partinin aldığı tüm kararlar aynı zamanda devletin resmi politikası olarak görülmektedir. Cumhuriyet döneminde bilhassa eğitime büyük önem verilmiştir çünkü eğitim, yeni bir ulus yaratma sürecinde ciddi bir toplumsallaştırma rolü oynayacaktı. Eğitim alanında ileride atılması muhtemel radikal adımların ilk örneğini 1921 yılında yapılan Maarif Kongresinde görmekteyiz. Kongre aynı zamanda “ milli eğitim politikasının” temellerinin atıldığı bir kongredir. Türkiye’nin bağımsızlığını koruyacak, ileride Cumhuriyeti koruyup kollayacak ve yükseltecek biçimde yetiştirilmelerine dönük şekil bulacak olan eğitimin “millileştirilmesi” meselesinin de tohumlarının burada atıldığını görmekteyiz.
Atatürk burada 180 kişilik bir heyete konuşma yapar. Konuşmasında Milli Maarif’ten bahseder ve yeni eğitim politikasının çerçevesini çizer. “Kongredeki Şimdiye kadar takip olunan tahsil ve terbiye usullerinin milletimizin tarih-i tedenniyatında (gerileme tarihinde) en mühim bir amil(neden) olduğu kanaatindeyim. Onun için bir milli terbiye programından bahsederken eski devrin hurufatından (saçma sapan şeyler) ve evsaf-ı fıtrıyetimizle (doğuştan sahip olduğumuz özellikler) hiçte münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, şarktan ve garptan gelen bicümle tesirlerden tamamen uzak seciye-i milliye ve tarihimizle münasip bir kültür kastediyorum.” İfadeleri bir bakıma eğitimin tarihi kültürel birikimin üzerine değil milli ve yeni bir kültürle şekillenmesi gerektiğinin ipuçlarını vermektedir. Fakat eğitimde asıl kırılma 1924 yılında yürürlüğe sokulan Tevhid-i Tedrisat kanunuyla yaşanacaktır. Bugün hala yürürlükte tutulan bu kanun, eğitim kurumlarını devletin ideolojik aygıtları haline getirmiş ve ileride yapılacak olan inkılâpların da toplum kesimlerince içselleştirilmeleri için ciddi bir araç vazifesi görmüştür.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu hangi amaçla çıktı?
Türkiye’de “Milli Eğitim” Cumhuriyet dönemi boyunca tek parti ideolojisi yön vermiştir. Eğitim kurumları resmi ideolojinin yeniden üretim merkezleri olarak kurgulanmış ve CHP’nin altı oku yasa ve yönetmeliklerle eğitimin tüm unsurlarına sirayet ettirilmiştir. Resmi ideolojinin içselleştirilmesi için eğitimin her şeyden evvel milli, laik ve pozitivist bir nitelikte olması gerekiyordu. Dolayısıyla bu hedefe zarar verecek her türlü aykırılığa asla müsaade edilmedi.
Eğitim, tek parti döneminde ulus devletin ihtiyaçları doğrultusunda kurgulandı. 1924 yılında çıkarılan Kanun’un gerekçesinde, ”Bir millet efradı ancak bir terbiye görebilir. İki türlü terbiye, bir memlekette iki türlü insan yetiştirir” ifadeleri bir bakıma tek-tipçi eğitim anlayışının tohumlarının atıldığı göstermektedir. Kanun uygulanışı itibariyle devlet denetimi dışında eğitim veren tüm öğretim kurumlarının varlığını son verdiği gibi din eğitimi devletin tekeline alınmış ve vakıflarda devletin tasarrufuna verilmiştir. Bakıldığında 1924 yılında mecliste kabul edilen yasalarla bir bakıma ileride gerçekleşecek olan bazı inkılâpların alt yapısının oluşturulmak istendiğini de görmekteyiz.
Kanunun ilanından 1 yıl sonra 27 Nisan 1925’te başvekil İsmet İnönü, Türk Ocakları Merkezinde yaptığı konuşmada, “Türk’e ve Türklüğe riayet etmeyeni ezeceğiz. Memlekete hizmet edenlerden talep edeceğimiz, her şeyden evvel Türk ve Türkçü olmaktır.” demişti. Ayrıca İnönü’nün Muallimler Birliği’nde yaptığı bir konuşma ülkenin eğitim anlayışının sınırlarını çizmekteydi. İnönü, Hedefe varmak için her cahilane itiraz ve teşebbüs bertaraf edilecektir. Kanunun bu husustaki salahiyetini bütün şümulü ile tatbikte en ufak bir tereddüt gösterecek değiliz. Hiç bir mani karşısında tevakkuf etmeyeceğiz, ettirmeyeceğiz” demiştir. Büyük Şef, yeni terbiye sisteminin esaslarını da şöyle belirtiyordu: “Milli terbiye istiyoruz; bu ne demektir. Bunu zıddile daha vazıh anlarız. Milli terbiyenin zıddı nedir derlerse söyleyebiliriz, bu belki dini terbiye yahut beynelmilel terbiyedir. Sizin vereceğiniz terbiye dini değil milli, beynelmilel değil millidir. Sistem bu.”
Tek parti dönemi boyunca eğitime ve eğitim kurumlarına resmi ideolojiyi içselleştirmede önemli roller veriliyor. Erken Cumhuriyet döneminde “Din Yok, Milliyet Var” başlıklı bir kitabın da yazıldığını görüyoruz. Kitap, Tek parti dönemin idarecileri tarafından rağbet gören yazarlardan aynı zamanda Samsun Milletvekili olan Ruşeni Barkur’un 25 Ekim 1926 yılında Atatürk’e sunduğu 247 sayfalık meşhur kitabıdır. Başlıkta da görüldüğü üzere bu kitapta milliyetçilik neredeyse dinin yerine alternatif olarak önerilmektedir. Kitapta şu ifadeler dikkat çekicidir, “Benim dinim benim milliyetimdir… Bizim kutsal kitabımız, bilgiyi esirgeyen, varlığı taşıyan, mutluluğu kucaklayan, Türklüğü yükselten ve bütün Türkleri birleştiren ulusalcılığımızdır. O halde felsefemizde din kelimesinin tam karşılığı ulusalcılıktır. Ulusunu seven, ulusunu yükselten ve ulusuna dayanan insan, her zaman güçlü, her zaman namuslu ve her zaman onurlu bir insandır.”