eğitim,öğretim,terbiye,talim,Meb,Üniversite,öğrenci,öğretmen,muallim,öğretim üyesi,maarif,aile,
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Ankara
Parçalı Bulutlu
22°C
Ankara
22°C
Parçalı Bulutlu
Salı Parçalı Bulutlu
21°C
Çarşamba Hafif Yağmurlu
15°C
Perşembe Parçalı Bulutlu
14°C
Cuma Açık
15°C

Mahrumiyetten mahrum çocuklar…

Mahrumiyetten mahrum çocuklar…

PROF. DR. AHMET KAĞAN KARABULUT

Önce her şey hayvan sesi çıkaran oyuncakların piyasaya çıkmasıyla başladı. Kuzunun sesi yetti bize ve biz kuzunun yününü, sıcaklığını, koşuşunu, annesini koklamasını ve gözlerinin o güzel bakışlarını unuttuk.

Sonra tavuğun sesi yetti, civcivlerini koruyup kollamasını göremedik, etrafta yiyecek ararken telaşlı koşuşturmalarını da, ördeğin sesini suda heyecanla yüzüşünü izlemeye tercih ettik.

Böcekleri resimlere ve fotoğraflara hapsederken, çiçeklerin kokusu unutulmaya yüz tuttu. Ağacın gölgesini ve gücünü, yeşilin verdiği huzuru, yaprakların hışırtısını, rüzgârın ıslığını ya bir gazete sayfasına ya da bir TV ekranına hapsettik sonra. Çamuru unuttuk, çamurdan, kilden oyuncakları da.

En sonunda toprağı unuttuk, kokusunu, yumuşaklığını, kuşatıcılığını, bereketini unuttuk ve diğerleriyle birlikte toprağa gömdük.

Gülü dalında koklayan kaldı mı sahi? Gülleri bile kendi haline bırakmadık ki! Önce yapraklarını, dikenlerini budadık, sanki hayat dikensiz gül bahçesiymiş gibi. Sonra parfüm sıktık kendi kokusunun yerine, yetmedi yapıştırıcı sıkıp üzerine bir de yapay simler döktük, adeta güzelliğini gölgelemek istercesine, tıpkı insana, tıpkı kendimize yaptığımız gibi. Her şeyi başkalaştırmayı, aslından uzaklaştırmayı marifet zannettik ve asıl renklerimizi, kokularımızı, özelliklerimizi birer birer kaybedip, aynılaşıp, sıradanlaşıp, anlamsızlaştırdık gün be gün.

Sonrasında ise kâğıdı, kitabı ve kalemi de rafa kaldırdık nedense. Her türlü bilgiye ve görselliğe en kolay bir şekilde ulaştığımız düz ekranlara mahkûm olduk. Artık kitabın, kâğıdın kokusu da uzaktı bizden. Aralarında hülyalara, rüyalara  dalacağımız, geçmiş ya da geleceğimizden, düşlerimizden çevirdiğimiz, içerisinde kaybolduğumuz veya kendimizi bulduğumuz sayfalar da uzaklaşmıştı bizden.

Hani bir şiirde de geçtiği gibi;

Bize ne lazım

Artık daha çok kitap lazım bize,

Daha çok kâğıt, daha çok kalem.

Daha az televizyon, bilgisayar,

Daha az sanal alem….                             

Kendi ellerimizle, heyecanla yaptığımız uçurtmalarımız, bilyelerimiz, gazoz kapaklarımız, topaçlarımız, kızaklarımız, ağaçtan evler, topraktan arabalarımız da birer birer tarih oldu. Ve oyunlarımız, aynı oyun arkadaşlarımız gibi, arkadaşlıklarımız gibi gidiverdi, uçuverdi ellerimizin arasından.

Bir arkadaşımızın elini tutardık oyunlarda, sonra o elimizle o ağlarken gözyaşını siler, sevinince de alkış tutar, sarılırdık. Şimdi ne kolları sarıyor çocuklarımızın bir arkadaşını, ne sevince ne de kedere ortak oluyorlar. Klavyelerde ve telefon tuşlarında gezinen o küçücük parmaklar hiç kimsenin gözyaşını silmiyor ne yazık ki.

Her şey o kadar yüzeysel, o kadar sanal, o kadar yapay, o kadar hazır ki. İnsan olan, insani olan, topraktan olan, fıtrattan olana o kadar yabancı ki evlatlarımız. Odalarında, masalarında, kafelerde radyasyon yayan, elektromanyetik dalga yayan ekranlarla baş başa, içine kapanık, sosyal medyanın yarattığı anti-sosyal varlıklar olarak yaşıyorlar. Hem çok değerli zamanı hem de dolu dolu yaşayacakları hayatlarını plastik tuşların aralarında harcıyorlar umursamazca.  Sanal âlemdeki oyunlara da bir göz atalım isterseniz.

Sadece bireysel başarı, hırs, karşısındakini yenmek, ezmek, parçalamak, ötekininkileri ele geçirmek iddiasıyla dolu oyunlar. Paylaşmayı, yardımlaşmayı, dostluğu, sevgiyi, barışı ve erdemleri öne çıkaran bir oyuna ben şahsen rastlamadım.

Bir şeye ulaşmak için emek çekmeleri, gayret etmeleri de gerekmiyor nasıl olsa. Mahrumiyet nedir bilmiyor birçoğu. “Ekmek elden, su gölden”, “gak deyince et, guk deyince su” misali her istediklerine kolayca ulaşabiliyorlar. Aynı şiirde de bahsedildiği gibi;

Mahrumiyet

Daha geçen günlerde, sordum arif birine,

Sence neden mahrumlar bizim çocuklar diye,

Dedi ki madem sordun, söyleyeyim özetle,

“Mahrumiyetten mahrumlar” işin sırrı bu diye…         

Bütün bunların yokluğunu çekerek büyüyen biz ana-babalar da her şeyi, hiç bekletmeden, bazen de kendimizi ve imkanlarımızı zorlayarak sunmayı iyi bir ebeveynlik zannederek aslında steril bir ortamda, adeta camdan fanuslar içerisinde büyütüyoruz yavrularımızı. Fanus kırılıp, “merhaba hayat, merhaba yerçekimi” deyip ayakları yere basınca, acımasız dünya ile baş başa kaldıklarında, son derece kırılgan, naif, bağışıksız, asabi ve en küçük bir zorluk ve yenilgide depresyona girmeye aday gençler yetiştiriyoruz aslında.

Mademki vaziyet bu derecede önemli sıkıntılara gebe, hayatımızı, tarzımızı, tavrımızı ve neye değer verip neleri yeniden sevmemiz, sevdirmemiz gerektiğini önce bizlerin yeniden hatırlayıp, unutulmaya yüz tutmuş değer ve güzelliklerimizle yavrularımızı yeniden tanıştırmaya ne dersiniz?

ETİKETLER: , , ,
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.