Kalbi okyanus rengiydi onun. Hayatı ve insanları bu kadar masum görmesinin nedeni buydu belki de. Kalbinin rengi, hayata bulaşıyordu. Genç yazar, kaleme dökecek bir ton ararken, ritmi yine kalemin çizdiği yolların arasında yakaladı. Bundan on yıl sonra yazacağı eserlerde her şeyi açıklamayacaktı, şüphesiz. Ama gençlik işte, insan gençken her şeyi kanıtlama çabasına giriyordu. Yazacağı bir hikâyede, kurgudaki bir karakterde; hayalindeki bir mekânda dahi hep somut bir gerçekliği ortaya koymaya çabalıyordu. Bu kez de aynı yolu seçmişti, neticede bundan on yıl sonrasında değil; o on yıldan önceki şimdideydi. Sahnede bir kutlamanın coşkusunu yaşayan küçük bir adamı izlemekteydi…
92 yılının 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamalarında 5 yaşında bir çocuktu. Bundan otuz iki yıl önceydi. Atatürk portresini kendisi gibi yaşıtlarına göre uzun boylu olan bir arkadaşıyla birlikte taşıyacaklardı. Talim ettikleri okulun kortejinin en önünde…
Sabah kalkar kalkmaz kırmızı, etekleri kabarık; karpuz kollu elbisesine çocuk kalbi heyecanıyla baktı baktı. Sonra elbisenin üzerine arkadan bağlanan beyaz renkte bir önlüğe benzer, kenarları fistolu parçaya gözü ilişti. Ne kadar ilginç bir kıyafetti ama ne kadar da şıktı… Elbiseyle uyumlu olarak annesinin günler önce hazırladığı, yine kenarları fistolu beyaz çorapları ile at kuyruğu yapılacak olan kumral saçlarına bağlamak için ortası kırmızı, kenarları beyaz tüllü garip lastikli bir toka da bu 23 Nisan sabahını bekliyordu. Derken kahvaltı yapıldı ve bütün değerlerin layıkıyla değerini bulduğu kutlamaya katılım sağlanmak üzere okulun yolu tutuldu.
İşte o 80’li yılların sonlarında dünyaya gelmiş ve daha sonra Y Kuşağı olarak anılacak çocuklardan oluşan bir çiçek demeti… Bir özenli kompozisyon, bir masumiyet ve sevgi kuşağı…
Okyanus renkli kalbinin çarpıntısını ağzında duyuyor gibiydi. Geçiş töreninde Gazi Paşa’nın Portresini birlikte taşıyacakları arkadaşı okulun bahçesine kendisinden biraz daha önce gelmişti. Selamlaştılar, heyecanla portrenin getirilmesini bekliyorlardı. Eni elli, boyu yetmiş santim olan cam çerçeveli portreyi taşımak, beş yaşındaki bu iki çocuk için büyük olmasının yanında, manevi değerinin ağırlığı da düşünülecek olursa ciddiyet gerektiren bir vazifeydi.
Kadriye öğretmen, nihayet elinde özenle taşıdığı cam çerçeveli Atatürk Portresi ile okulun merdivenlerinde göründü. Gülümseyerek küçük kızların yanına geldi. Portreyi, öğrencilerine teslim etti. Nasıl tutmaları gerektiğini gösterdi. Sonra küçük kızlar yürüyüş başlayana dek yorulmasın diye çerçeveyi hafifçe yere bırakıp yerden kesmeyecek biçimde resmin üst tarafından tutabileceklerini söyledi. Ardından kortejin arkasındaki diğer çocuklara görevlerini hatırlatmak üzere o tarafa yöneldi. Neden sonra iki küçük kızın anlayamadığı bir şekilde ve bir iki dakikalık kısa zamanda portre, yere değen sağ köşesinden çatladı. Kalbi okyanus renginde olan çocuğun gözlerinin kenarında her an hazır olan gözyaşları, sessiz bir kırk ikindi yağmuru gibi dökülmeye başladı. Ne olacaktı şimdi? Henüz yürüyüş başlamadan kırılıvermişti Gazi Paşa’nın portresinin camı. Ah ne büyük kederdi ne büyük bir başarısızlık ne büyük bir hayal kırıklığı…
Ancak bu kırkikindi, özüne yakışır bir şekilde uzun sürmedi. Çünkü Kadriye öğretmen, olayın ehemmiyetine uygun olarak derhâl sorunu çözdü. Küçük öğrencisini teselli etti ve başka bir portreyi, büyük ihtimalle sınıflardaki kara tahtaların üstünde asılı olan portreleri kullanıyorlardı, küçük kızların vazifesini tamamlayabilmeleri için onlara getirdi. İşte şimdi gökkuşağı, okyanus renkli bir kalbi kuşatmıştı.
Bugün aradan yıllar yıllar geçmişti. Genç yazar, otuz iki yıl sonraki bu 23 Nisan’da hatırası taze ve bir çocuk kalbinin masumiyetini taşıyan bu olayı oğlunun gösterisinde yeniden, bütün sıcaklığıyla zihninde yaşamıştı. Zamandan ve mekândan münezzeh olan yalnızca İlahi ise de bazen kurgunun ve gerçeğin zamanı da mekânı da birleşebilirdi. İşte şu sahnede yöresel bir oyunun hakkını veren beş yaşındaki çocukla, otuz küsur yıl önce Gazi Paşa’nın portresini kazara kıran çocuk arasında böyle bir zaman mekân uyumu vardı. Asıl olan histi ve hisler, insanı insan yapmadaydı. Kalbi okyanus renkli olan herkes bu rengi hayata böylece bulaştırırdı…
Dr. Seda Artuç Bekteş