Ahlâkın gittikçe kötüleşmesinden değil, hayatın hiç bu kadar kötüleşmediğinden değil, kötüyle mücadele eden iyiliğin kümülatif gücünün unutulmuş olmasından bahsedebiliriz. Unutulan sadece iyiliğin egemen olma zorunluluğu değil, eğitimin bu kümülatif gücün tek aracısı olduğudur.
Konfüçyüs’ten Tonyukuk’a, firavunlardan filozoflara kadar hemen herkes zamanındaki toplumun ahlaken bozukluğundan bahseder. Bugün de biz diyoruz benzerini. Böyle diyor olmamız toplumların ve insanların giderek ahlaken bozulduğunu ortaya koymaz aslında. Toplumda ahlakın giderek bozulduğunu belirtmek, ilerlemeci bir bakış açısıyla ileri sürülebilir. Çünkü bir şeyin bozulması için ille de zamanın geçmesi gerekmez. Bir şey korunmaz, kollanmaz, geliştirilmez ise bozulur. Eğer biz sadece zamana bırakırsak bozulmayı, iradeyi ortadan kaldırmış oluruz ki bu, insanı da ortadan kaldırmak anlamına gelir. O halde bir şeyin ve ahlakın bozulması zamanla, çağla ilgili değil; insanların o şeye, ahlaka değer verip vermemesiyle, ona ihtimam gösterip göstermemesiyle ilgili bir durumdur.
Dolayısıyla bundan 100 yıl yahut 10 bin yıl önce doğmuş olsaydık, ahlaken daha iyi bir toplumda (dünyada) olduğumuz söylenemeyeceği gibi şimdikinden daha ahlaklı olduğumuz da söylenemez. Aksi takdirde geriye doğru gidildiğinde toplumun ve insanın ahlakının daha iyi olduğu anlamı çıkar ki, o zaman da firavunların yahut Hasan Sabbah’ın veya Ebu Cehillerin yahut Hitler’in olmaması gerekiyordu.
Meseleyi görünürlük açısından irdelemek gerek esasında. Geçmişte kötülüğün (ahlaksızlığın) görünürlüğünün şimdikinden daha az olduğu söylenebilir. Bu, büyük oranda doğrudur. Kalabalık yaşam, aşırı ve yoğun birliktelik son asırların özelliği. Öte yandan kitlelerin birbiriyle iletişimi daha hızlı. Yine insanın bilgi edinme imkânı daha fazla. Tüm bunlar günümüzde kötülüğün (ahlaksızlığın) daha fazla görünür olmasının gerçek nedeni değil. Her insanın kişiliğinin farklı olması gibi her çağın baskın özelliğinin olduğu gerçeğini kabul ederek belirtmek gerekir ki, bu çağın en önemli özelliği kötülüğün (ahlaksızlığın) kurumlaşmış olmasıdır. Ayrıca Avrupalılar eliyle 17. yüzyıldan itibaren hüküm süren bu din (kültür) dışı medeniyetin kurumlaştırdığı kötülüğün (ahlaksızlığın) ilmek ilmek dokunan bir de kültürü var. Asıl etkili olan, kurumlaşan kötülüğün ömrünü uzatan daha çok bu seküler (ahlak dışı) kültürdür. Elbette kurumlaşan bu kötülüğün diğer ülkelere transferinde cebri yöntemler kullanıldığı gibi gönüllü (!) yöntemler de kullanılmış ve kullanılmaktadır. Bu gönüllü yöntemler son asırda daha çok eğitim modelleri, materyalleri, yöntemleri, müfredat, öğretmen yetiştirmenin de içinde olduğu eğitim kurumları aracılığıyla yapılmıştır ve halen de yapılmaktadır. Bunda elbette küresel sermayenin ve bu sermayenin sahibi veya yönlendiricisi olarak Yahudilerin payı hayli büyük.
Kötülüğün kurumlaşmasını ve bir kültürünün oluştuğunu görmeyerek eskiden de günümüzde de kötülüğün olduğunu belirtmek, kötülüğün normalleşmesine neden olmaktadır. Bu da bizi, her insanı, tek tek iyileşme endoktrinasyonuna maruz kalmamıza yol açmakta, bu ise kötülük kültürünün egemenliğinin devamına yol açmaktadır. Unutulmamalıdır ki tek tek kötülükler zararlıdır elbette, ancak bu zararın derecesi ve derekesi yekvücut sistemli bir kötülüğün derecesi ve derekesiyle boy ölçüşemez. Bu nedenle insan tekinin bu kötülük kültürüyle baş edebilmesi, dahası bunun mümkün olduğuna inanılması sadece kötülük kültürünün bir propagandası değil, aynı zamanda kötülüğün esasında formasyon değiştirmesi anlamına da gelir. Çünkü bir ihtimalin olması her zaman insanı beklemeye sevk eder. Ve beklemek, nihayetinde, kötülüğe verilmiş bir mühletten başka bir şey değildir bu meyanda.
O halde ahlakın gittikçe kötüleşmesinden değil, hayatın hiç bu kadar kötüleşmediğinden değil, kötüyle mücadele eden iyiliğin kümülatif gücünün unutulmuş olmasından bahsedebiliriz. Unutulan sadece iyiliğin egemen olma zorunluluğu değil, eğitimin bu kümülatif gücün tek aracısı olduğudur. Ama bu eğitim, her araç gibi, aynı zamanda kötülük kültürünün yahut kötülüğün kurumlaşmasının aracısı haline gelmesi anlamına da gelir ki biz şu an bu aracın egemenliğinde bir dişliden başka bir şey değiliz. Ne kadar bağırırsak bağıralım içinde bulunduğumuz halin kötülük kültürü olduğu gerçeği değişmiyor. Nihayetinde lağımdayız ve bir şekilde kirlenme mecburiyetimiz var. Esasında mesele kirlenmek de değil, mesele kirliliğin bir kurumunun ve kültürünün olmasını görememektir.
İşte bu nedenle eğitimde iyi örnekleri öne çıkararak, kimi dersleri müfredata koyarak veya yapı ve içerik olarak dini okul türlerinin sayısını artırarak yahut tüm bu sayılanların tek tek başarılarıyla yol alamayacağımızı bilelim. Tek yol, kültürel eğitimin egemenliğini tesis etmektir. Bir başka deyişle kültürü temel alan bir eğitim inşa etmektir. Bunun için Nazi Almanya’sının Goebbels’i olmaya gerek yok. Ebu’l Hasan Harakani’nin, Ukkaşe b. Mihsan el-Esedi’nin, Hacı Bayram Veli’nin müridi olmak gerek ama bu da yetmez. Bu zihniyetin eğitiminin devlete ve ardından hayata egemen olması gerek. Çünkü kültür haline gelmiş kötülükle mücadele etmek için, kurumlaşmış kötülüğü ortadan kaldırabilmek için bütüncül bir mücadele gerekir. Bunun da yolu kültürün ve ahlakın önce devlette ve ardından hayatta tecessüm etmesidir. Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye hicretini ve Medine’de kurduğu devleti bu bağlamda da anlamak mümkündür.
Aksi durumda söylenen ahlaki vaazlar, yazılan kültürel yazılar, dinin her tür ibadetinin serbestiyeti kötülüğün kurumlaşmasını pekiştirecektir. Kötülüğün egemenliğinin ömrü, iyiliğin alanının genişlemesiyle uzar genellikle. Bu bağlamda size açılmış olan alan, kötülüğün arazisini küçültmez, tam tersine genişletir. Sözün özü kötülük kültürünün ortadan kalkması tek tek bireylerin çalışmasıyla ortadan kalkmaz, ahlakın ve kültürün hayata ve devlete egemen olmasıyla ancak ortadan kalkar. Bu görüş, insan tekinin mücadelesini anlamsız kılmaz, sadece bunun iklim değişikliğinde bir payının olmayacağını ortaya koyar. Unutmayalım birey, yapmada değil yıkmada güçlüdür. Bu tür bireysel mücadeleler, olsa olsa bireyin dünyasında geçici bir psikolojik rahatlık sağlar. Bu da zaten kötülük kültürünün açtığı bir alandır.
Hülasa içinde bulunduğumuz şartlara bakarak hayatın ve insanın giderek bozulduğunu belirtemeyiz. İçinde bulunduğumuz şartın diğer geçmiş şartlardan bir farkı var o da kötülüğün yani ahlaksızlığın kurumlaşması ve bir kültürünün olmasıdır. Bununla mücadele edilecekse kurumlaşmış bir güç gerekir. Bu güç de devlettir. Bu nedenle devlet, kültürünü temel alan bir eğitimi gerçekleştirmedikçe, bireysel olarak ya da sivil toplum kuruluşlarınca yapılan mücadeleler zaferle sonuçlanmayacaktır. Tam tersine birey ve STK’lar eleştirdiği bünyeye önünde sonunda bürünecektir. Devlet eliyle kültürümüzü temel alan bir eğitim yapılabilir, ama buna inanmak gerek önce. Bizim sorunumuz bilgi değil, inanma sorunudur, irade sorunudur.